Kıbrıs Meselesinde
Rum-Yunan İkilisinin Stratejik Yanlışları
Hakkını elinden kaptıranlara ve
Varlığını aşağılatanlara hak ve onur
Verebilecek hiçbir iyi yürekli düşman yoktur
Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1)
Yazan: Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
Yazının Özeti.
Yazıda, Kıbrıs meselesinin tarihi seyri içinde, Rum-Yunan ikilisinin yapmış oldukları stratejik yanlışlar, ele alınmış; Türkiye’nin desteği ile Kıbrıs Türk halkının uluslararası antlaşmalarla elde ettikleri siyasi, ekonomik, askeri ve hukuki bütün haklarının korunarak egemen bir devlet oluşturmasına değinilmiş ve bir sonuç değerlendirmesi yapılmıştır.
İngiltere’de yayımlanan “Telegraph” gazetesi, 1974 den bugüne kadar Kıbrıs meselesinin, dünyada çözümü en zor sorun haline geldiğini yazarken, ayni zamanda bir İngiliz diplomatın Kıbrıs sorununa ilişkin aşağıdaki çok ilginç bir tanımlamasına atıfta bulunmuştur:
“Kıbrıs sorunu, 1963-1974 sürecini hiçbir Türk’ün unutmadığı; hiçbir Rum’un da hatırlamadığı bir sorundur.”
Osmanlı Devleti Yunanistan’ın fethine 1491 de başlanmış; 1503 de ülkenin tamamı Osmanlıların hâkimiyeti altına girmiş ve 327 sene Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır.
Yunanistan’ın ünlü şairi ve milli kahramanı Rigas Ferros (1757-1783), Balkanlar’ın büyük bir bölümünü, Batı Anadolu’nun yarıdan fazlasını, Ege Adalarının tamamını, Girit, Rodos, Kıbrıs, Trakya ve İstanbul’u içine alan “Megali İdea” haritasını hazırlatıp 1796 da Viyana’da bastırmış; Yunanca konuşan tüm topraklardaki topluluklara dağıtarak “Megali İdea”(2) akımını başlatmıştır. “Megali İdea”, kısa zamanda Yunanlar/Rumlar tarafından benimsenmiş ayni zamanda, onun öngördüğü “Büyük Helen İmparatorluğu“nu kurmak milli bir hedef olarak kabul edilmiştir.
Bu amaçla, önce Yunanistan’ın bağımsızlığı elde edilecek; ardından Ege Adaları, Batı Anadolu ile Karadeniz bölgesi ( Pontus ), Rodos, Girit, Bozcaada, Epir, Makedonya, Batı ve Doğu Trakya, Kıbrıs ve İstanbul ( onların deyimi ile Kostantinopolis ) ele geçirilip; merkezi İstanbul olan “Büyük Helen İmparatorluğu” kurulacaktı.
“Megali İdea”yı rehber edinen Yunanlar, onun yarattığı şevk ve hevesle 1821 de, Mora’da Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir ayaklanma başlatmışlardı. Çarlık Rusya, İngiltere ve Fransa’nın siyasi, ekonomik, askeri alanlarda desteğine mazhar olan bu ayaklanma, Edirne Muahedesi’ne kadar (1829) devam etmiş; Batılı Büyük devletlerin ( Çarlık Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya) Osmanlı Devleti’ne yaptıkları ağır siyasi ve askeri baskılar sonucu, Edirne Muahedesi (1829) ve Londra Protokolü (1830) esasları çerçevesinde, yüzölçümü 47516 km kare olan; Mora ve Eğriboz Yarımadaları ile Siklât adaları üzerinde, 850,000 nüfusuyla Yunanistan, egemen küçük bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Kurulan bu devlet çok küçük olmakla beraber, hayalleri ve hedefleri çok büyüktü.
Yunan Ortodoks Kilisesi’nin öncülüğünde, akla, mantığa, tarihe sığmayan Megali İdea ideolojisi, Yunan halkı ile taşrada yaşayan Rum topluluklarına benimsetilmiş ve Yunanlar ile Rumların yaşamlarına egemen olan bu ideoloji, Rum-Yunan ikilisinin saplantılı milli politikası haline gelmişti.
Tarih sahnesine çıktığı 1829-1830 dan beri, Bizans’ın ve kadim Yunan’ın varisi olduğunu iddia eden bu küçük devlet, yayılmacı ve emperyalist bir politika izleme cihetine gitmiş; uluslararsı koşulların yaratığı fırsatları çok iyi değerlendirmiş; himayesi altına girdiği Batılı büyük devletleri maharetle kullanarak onların sağladıkları destek ve yardımlarla, Osmanlı İmparatorluğunun zayıf düştüğü zamanlarda, ondan toprak alıp, ülkesinin yüzölçümünü, 117 senede (1830-1947) 47,516 Km kareden, 132,562 km. kareye çıkarmış be böylece, varlığını, bugüne kadar, Batılı büyük devletlerin himayesinde sürdürmeyi başarmıştır..
Ortodoks Kilisesi papazlarının, Megali İdea’nın yayılmasında olduğu kadar, uygulama safhasında da rolleri büyük olmuştur, Yunan ayaklanması (1821), Mora Yarımadasında, Patras Rum Piskoposu Germanos’un Osmanlı İmparatorluğuna karşı isyan bayrağını açması ile başlamıştır.
Bu tarihten sonra meydana gelen Helen savaşlarında, Ortodoks Kilisesinin papazları önemli görevler üslenmişlerdi. (3)
İkinci Dünya Harbi’nden (!939-1945) sonra, Batılı büyük devletler, Anadolu’nun güney batı sahillerine çok yakın olan ve Uşi (Ouchy) Anlaşması ile Türkiye’ye bırakılan On İki Ada’yı, 7Mart1947 Yunanistan’a vermişlerdi(4). Bundan cesaret alan Yunanlar, sıranın Kıbrıs’a geldiğini düşünüyorlardı.
Mitolojiden gelen efsanelere karşı duydukları inanç, aşırı derecede şoven bir ruha sahip olmaları, hayal âleminde dolaşma alışkanlıkları, Yunanlar ile Rumları dev aynasındaymış gibi görünmeye itmiş; stratejik boyutta ve mantıklı düşünme yeteneklerini ortadan kaldırmış; Megali İdea’nın cazibesine kapılarak olmayacak ham hayaller peşinde koşmalarına neden olmuştu. Batılı büyük devletlerin yardım ve desteklerinden aldıkları cesaretle, Rum-Yunan ikilisi, Megali İdea’nın ana hedeflerinden biri olan Kıbrıs’ın, Yunanistan’a ilhakını uluslararası bir mesele haline getirmek için büyük gayret sarf etmeye başlamışlardı. Bu uğraşta, şoven ve milliyetçi duyguları, akıl ve mantıklarının önüne geçmiş, adanın Yunanistan’a ilhakından (ENOSİS) başka bir şey düşünemez olmuşlardı.
Yunanistan’ın teşviki ve el altından sağladığı destekle Kıbrıs Ortodoks Kilisesi, 15Ocak1950 de, Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasına ilişkin, resmi olmayan bir plebisit (halk oylaması) düzenlemişti. Kıbrıs Türk halkının katılmadığı bu oylamada Rumların büyük bir çoğunluğu, ENOSİS’ten yana oy kullanmışlardı. İngiltere. Bu plebisiti geçersiz saymış ve Kıbrıs üzerinde İngiliz egemenliğinin, tartışma götürmez bir şekilde devam edeceğini, açık bir dille ve resmi olarak ortaya koymuştur.
O dönemde, Megali İdea’nın büyüsüne kapılan ve aşırı derecede ENOSİS yanlısı olan Kitium (Larnaka) Metropoliti Makarios (1913-1977) (5), 18Ekim1950 de, Makarios III adı ile Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başpiskoposluğu’na seçilmiş ve o tarihten itibaren Kıbrıs’ta Rum toplumunun hem dini, hem de siyasi lideri olmuş; böylece, Rumların sosyal yaşamları ve siyasi gelecekleri üzerinde söz söyleyecek en yetkili lider konumuna gelmişti.
O günlerde, adada yaşayan Türkleri, bir gecede, baskın tarzında, düzenlenecek silahlı saldırılarla ortadan kaldırıp, Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etme düşüncesi yaygın bir saplantı olarak Rum toplumunun beynine kazınmıştı. Bu zihniyeti taşıyan ve ayni zamanda Megali İdea rüyaları gören, ENOSİS tutkunu Makarios, Başpiskopos olduğu gün, Ortodoks Kilisesi yetkililerinin huzurunda:
“ Milli bağımsızlığım için çalışacağıma ve Kıbrıs’ın anavatana ilhak edilmesine ilişkin politikamızdan asla vazgeçmeyeceğime kutsal kitap üzerine yemin ederim.”
diyerek ant içmişti.
O günden itibaren hayatını ENOSİS’e vakfeden Makarios’un Başpiskopos olması ile Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesi faaliyetleri hız kazanmıştı. Kapalı kapılar ardında Yunanistan ile anlaşan Makarios, Em. Yb. George Grivas’ı Kıbrıs’a sokarak, Yunanistan’ın desteğinde ve himayesinde yasa dışı, EOKA(6) yeraltı teşkilatını kurmuştu. Yunanistan’ın, Birlreşmiş Milletler’de (BM), 1954de, Kıbrıs Rumlarına self- determinasyon hakkının tanınması için yaptığı başvurudan istenen sonucu alamaması üzerine EOKA, 1Nisan1955 de, adada, İngiliz yönetimine karşı silahlı eylemler başlatmıştı. Amma, EOKA, Kıbrıs’ın bağımsızlığı için değil: adayı Yunanistan’a ilhak etmek için savaşıyordu. Bu nedenle, Makarios, Kıbrıs nüfusunun asli unsuru olan ve 1571 den beri Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığına son vermek amacı ile İngilizlere karşı giriştiği silahlı saldırılarla eş zamanlı olarak, Kıbrıs Türkü’ne de silahlı saldırı başlatmıştı. Hiç şüphesiz, izlenen bu yol, Kıbrıs’ta bir savaşı kaçınılmaz kılmış ve Kıbrıs’ta, Rum-Yunan ikilisini bir savaşa sürüklüyordu. Çünkü Rum-Yunan ikilisinin adadaki silahlı eylemleri, İngilizlere karşı ilan edilmemiş bir savaştan başka bir şey değildi. Böylece 1821 den beri diplomatik alanda sürdürülen ENOSİS mücadelesine Makarios, silahlı boyut kazandırmış ve adada resmen bir savaş başlatmıştı. Bu savaşın iki ana hedefi vardı:
1.İngilizleri Kıbrıs’tan atmak;
2. ENOSİS’in önünde en büyük engel olarak gördükleri Kıbrıs Türkü’nün adadaki varlığına son vermekti.
Harbin, stratejik olarak üç ana unsuru vardır. Bunlar olmadan bir savaşı dövüşmek mümkün olmaz.
1.Siyasi liderlik harp kararını alır;
2.Ordu harbi dövüşür ve
3.Ülke halkı harbi destekler.
Siyasiler harp kararını almadan önce, mevcut milli gücü(7) ve ülkenin olanak ve yeteneklerini göz önünde bulundurarak ulaşmak istediği siyasi hedefi/hedefleri belirler. Seçilen hedef/hedeflerin, mili güç ve ulusun olanak ve yetenekleri ile orantılı olması stratejinin (8) ön gördüğü kuralların en başında gelmektedir. Bu da, siyasi ve askeri liderlerin strateji bilgisine ve becerisine sahip olmalarını zorunlu kılar.
Hiç şüphesiz, ENOSİS’i gerçekleştirmek için Kıbrıs’ta Rum-Yunan ikilisinin başlattığı böylesine kapsamlı bir harekâtın, her şeyden önce, siyasi bir iradeye; stratejik bir plana; bu planı uygulayacak olan, değişik sınıf ve silâhlardan oluşun yeterli büyüklükte bir askeri kuvvete; onu sevk ve idare edecek bilgili, becerikli, üstün askeri yeteneklere sahip komuta kademesine ve halkın tam olarak sağlayacağı desteğe ihtiyacı vardı. Bunun yanı sıra, harekâtın başarısı lojistik desteğin mükemmel bir şekilde işleyişine bağlıydı.
Makarios bir din adamıydı. Harp sanatına ilişkin en ufak bir bilgisi yoktu. Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı yukarıda özetlenen durumu hiç dikkate almadan yetersiz planlama; yetersiz askeri güç; bilgisiz, beceriksiz, eğitimsiz ve stratejik düşünceden yoksun komuta heyeti ile Kıbrıs’ta silahlı bir harekâta girişmekle, geri dönüşü olmayan çok büyük bir stratejik yanlış yapıyordu. Çünkü, gerçekleştirmek istedikleri hedef (ENOSİS) ile ulusal güç arasında bir orantı yoktu ve ulusal güç ENOSİS’i gerçekleştirecek çapta değildi. Makarios’un Kıbrıs stratejisi yanlıştı.
On Dokuzuncu Yüzyılda, stratejik düşüncenin gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunan Amerikalı tarihçi, jeopolitikçi ve stratejist Dz. Alb. Alfred Thayer Mahan (1840-1914):
“Eğer strateji yanlışsa, muharebe alanındaki generalin becerisinin, kahramanca dövüşen askerlerinin parlak bir zafer kazanılması üzerin de etkili olacakları söylenemez. Eğer strateji doğru ise, muharebe meydanındaki generalin becerisi ve askerlerinin cesareti, zaferin kazanılmasında en etkili düzeye ulaşır ve kesin zafer vadeder.”
der.
Bir Alman generali ve askeri düşünürü olan Carl Von Clausewitz (1780-1831) de, yazdığı sekiz ciltlik, Harbe Dair (Vom Kriege) adlı eserinde:
“Politikada yapılan bir hatayı stratejinin; stratejide yapılan bir hatayı taktiğin düzeltemeyeceğini”
açıkça ortaya koymuştur.
Görüldüğü üzere, yanlış stratejiler, geri dönüşü olmayan ve düzeltilemez özelliklere sahiptirler. Bu nedenle, seçilen siyasi hedef, ulusun “milli gücü”; olanak ve yetenekleri ile ele geçirilemeyecek bir büyüklükte ise; ayni zamanda harbi sevk ve idare edenler strateji bilgisinden ve becerisinden yoksunsalar, milletin kanı boşuna akmış; hazinesi boş yere harcanmış olur. Ayrıca ulus böyle bir yanlışın bedelini çok ağır öder.
Bilinen odur ki, siyasi ve askeri liderler, seçilen hedefi, mevcut milli gücü ve vasıtaları – ne fazla, ne eksik- tam olarak bir araya getirerek ele geçirebilirler.
Ayrıca, o dönemde, Kıbrıs’ta şartların, Yunanistan’ın İngiltere’ye karşı ENOSİS savaşını başlatması için uygun olduğu söylenemez. Mevcut ulusal güç de bu savaşı dövüşmeye yetersizdi. Bu durum, Kıbrıs meselesinin ağırlık noktasının merkezini teşkil ediyordu, Harbin, olmazsa olmazı ve ana faktörlerinden biri de ülkede yaşayan halkın harbi tam olarak desteklemesidir. Kıbrıs’ta homojen yapıda bir halk mevcut değildi. Adada, dini, dili, örf ve adetleri tamamen farklı, ayrı etnik yapıda, Türk ve Rum toplumları yaşıyordu ve Türkler şiddetle ENOSİS’e karşı idiler. Rumlar da kendi içinde iki gruptan oluşuyordu. Bunlardan biri Makarios taraftarı olan Sağcılar; diğeri de AKEL Komünist Partisinin çatısı altında toplanmış, ENOSİS’e karşı olan komünist Rumlardı. Bu durumda ENOSİS savaşına tam bir halk desteği sağlamak mümkün görünmüyordu.
Uzun yıllar askerlik mesleğinden uzak kalmış ve askerlik vasıflarını kaybetmiş yaşlı bir emekli yarbayın komutasında EOKA, siyasi ve stratejik düşünceden ve halk desteğinde yoksun olarak İngilizlere, Türklere, ENOSİS karşıtı AKEL Komünist Partisi mensubu Rumlara karşı, üç cephede savaş vermek mecburiyetinde kalmıştı. Bu savaşı dövüşecek büyüklükte bir kuvvete, olanak ve yeteneklere sahip olmadığından başarı elde edemiyordu. Türk Mukavemet Teşkilâtı’nın (TMT) kutsal çatısı altında genci, yaşlısı, kadınıyla bir araya gelen Kıbrıs Türk halkının Rumların silahlı saldırılarına inatla direnmesi karşısında yıpratma harbine dönüşen savaş uzamıştı. Bunun yanı sıra, Birleşmiş Milletler’de (BM), Rum-Yunan ikilisinin bütün uğraşlarına rağmen, self-determinasyon (kendi kaderini tayın etme) hakkının tanınması arayışları da olumlu bir sonuç vermemişti. Kıbrıs’ta, bu durum bir iç harbe doğru sürüklenmekte idi. Bunun üzerine, Türkiye, İngiltere, Yunanistan kaygılanmaya başlamışlar ve bölge barışını büyük ölçüde tehlikeye sokan bu duruma çözüm bulmak üzere harekete geçmişlerdi. Türkiye, İngiltere, Yunanistan Başbakanlarının çağrısı üzerine, 4Ağustos1958 de, EOKA mütareke ilan etmiş; 5Ağustos1958 de, TMT de faaliyetlerini durduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine, 16-18Aralık1958 de yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları ile İngiltere Dışişleri Bakanı arasında görüşmeler yapılmış; daha sonra Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları bir araya gelerek aralarındaki görüş farklılıklarını giderip, bir anlaşma zemini hazırlamışlardı. Bu görüşmelerde Türkiye “adanın taksiminden”; Yunanistan da “ENOSİS”ten vazgeçerek, adada bağımsız bir Kıbrıs Devletinin kurulması üzerinde müzakere yapılması kararlaştırılmıştı.(9) Tarafların aralarında varılan bu mutabakat üzerine Türkiye Başbakanı Adnan Menderes (1898-1961) Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961) ile Yunanistan Başbakanı Kostantinos Karamanilis (1907-1990) ve Dışişleri bakanı Avengelos Averof (1910-1990) 5Şubat 1959 da İsviçre’nin Zürih kentinde, Kıbrıs meselesine kalıcı bir çözüm bulmak için, bir araya gelmişler ve özetle, Türk ve Rum toplumlarının eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak; –Fonksiyonel Federalizm- Türkiye, İngiltere, Yunanistan tarafından garanti altına alınmış; bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar vermişler ve 11Şubat1959 da Zürih Antlaşması imzalanmıştı. Müteakiben, Türkiye, İngiltere, Yunanistan Başbakanları ile Kıbrıs Türk toplumu lideri Dr. Fazıl Küçük ve Rum toplumu lideri Başpiskopos Makarios, 16Şubat1959 da Londra’da toplanmışlar, yapılan görüşmeler sonunda, toplam 98 mil kare yüzölçümü ile Digelya (Lanaka) ve Ağrotur (Limasol) askeri üsleri İngiltere’ye bırakılmış; 19Şubat1959 da Londra Antlaşması imzalanmış ve yürürlüğe girmişti. Bu Antlaşma hükümleri gereğince, adada, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak, Türkiye, İngiltere, Yunanistan’ın garantörlüğünde, bağımsız, bağlantısız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştu. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının hazırlanmasını müteakip, 16Ağustos1960 da Kıbrıs Cumhuriyeti resmen ilan edilmiş; Makarios Cumhurbaşkanı ve Dr. Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuş ve Kıbrıs Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmişti.
Bu durumda, Kıbrıs Türk halkı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine eşit cemaat hakları ile kendileri için öngörülen teminatlar çerçevesinde katılıyor ve bu suretle Rumların egemenliği altına girmiyordu. Antlaşma hükümleri gereği, Türkler de, Rumlar kadar egemen oluyorlardı.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı ile eş zamanlı olarak, 16Ağustos 1960da, Lefkoşa’da, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Garanti ve İttifak Antlaşmaları imzalanmıştı. Anılan Antlaşmalar hükümleri göre, adada Türkiye 650 ve Yunanistan 950 mevcutlu birer alay bulunduracaklardı. Ayrıca Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2000 kişilik bir ordusu olacak ve bu ordunun %40 Türklerden, %60 Rumlardan teşkil edilecekti. Bunun yanı sıra, Anayasa’nın ihlal edilmesi halinde, garantör ülkeler- Türkiye, İngiltere, Yunanistan- anlaşarak birlikte veya bu mümkün olmadığı takdirde tek başlarına Kıbrıs’a müdahale etme hakkına sahip oluyorlardı. Ayrıca, antlaşmalar gereği, Türkiye, adanın taksim edilmesinden ve Yunanistan da ENOSİS’ten vazgeçmişlerdi.
Özetle, Kıbrıs meselesine, adada yaşayan Türk ve Rum toplumlarının haklarını, yaşam tarzlarını ve ekonomik kalkınmalarını güvence altına alan bir kalıcı çözüm bulunmuştu. Bunun üzerine Yunan Dışişleri Bakanı Avengelos Averof, “bizce Kıbrıs meselesi hallolmuştur” şeklinde beyanat verirken; Türkiye yetkilileri, Kıbrıs meselesini çözümünü, “ Türk–Yunan diplomasisinin en güzel eseri; Türk–Yunan ilişkilerinin bir daha bozulmamak üzere düzeldiğinin bir kanıtı” olarak değerlendirmişlerdi. Sonuçta, İngiltere Kıbrıs’tan ayrılırken geride, adada yaşayan her vatandaşın geleceği, ortak çıkar anlayışı, egemenlik paylaşımı esas alınarak Türk ve Rum toplumlarının eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak kurulmuş egemen Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bırakmıştı. Bir başka deyişle, Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkler ile Rumların egemenlik yetkilerinden doğmuştu.
Kıbrıs meselesinin kalıcı bir çözümle sonuçlanması, adada Rumların yarattıkları anarşi ve terörü sona erdirmiş, fakat Türk ve Rum toplumları arasında baş gösteren ayrışmayı ve güven bunalımını ortadan kaldıramamıştı. . Adada, Rumların varmak istedikleri nihai durak ENOSİS ti. Bu nedenle Rumlar, Türklere karşı giriştikleri savaşı, örtülü bir şekilde, devam ettiriyorlardı. Makarios’un çocukluğundan başlayan ve cumhurbaşkanı olduğu güne kadar artarak devam eden ENOSİS tutkusu ve ENOSİS’in önünde en büyük engel olarak gördüğü adadaki Türk varlığını ortadan kaldırma emeli onda bir saplantı haline gelmişti. Bu nedenle adada kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, ona göre bir çözüm değil, ENOSİS’e giden yolda bir basamaktı. Bu sebeple Kıbrıs’ta Cumhuriyet’in ilanı, adayı Yunanistan’a bağlamaktan başka bir şey düşünmeyen Makarios’u memnun etmemişti. Aşağıdaki iki konuyu bir türlü hazmedemiyordu.
1. Zürih ve Londra Antlaşmaları hükümleri çerçevesinde adada “Taksim” ve “ENOSİS” kesin olarak yasaklanmıştı.
2. Kıbrıs meselesi Rumların iddia ettikleri gibi bir “azınlık-çoğunluk meselesi” olmaktan çıkarılmış; adadaki Türk varlığı, sayısal mahkûmiyetten kurtarılarak imzalanan antlaşmalarla güvenli teminatlara kavuşmuştu.
Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirmek Makarios’un kişisel arzusunun ve milli duygularının odak noktasını teşkil ediyordu. Bu sebeplerden ötürü, Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırıp, yerine, içinde Türklerin korunmuş azınlık hakları ile yer alacağı Rumların egemenliği altında bir “Helen Cumhuriyeti” kurmak için yollar ve yöntemler aramaya başlamıştı. Bu nedenle, Makarios ile Yunan Devlet adamları antlaşmalara uymayarak (ahde vefa göstermeyerek) yalana, aldatmaya şantaja dayalı, hileli ve ikiyüzlü, kaypak bir politika izlemeye başlamışlar; Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı uygulamada isteksiz davranıyorlardı. Rum-Yunan ikilisinin izlediği söz konusu hileli politika, geçmişten günümüze uzanan süreçte, Kıbrıs meselesinin odak noktasının merkezinde yer almış ve onun ana dokusunu oluşturmuştur.
Yunan Devlet adamları ile Makarios, imzaladıkları Zürih-Londra Antlaşmaları ve Garanti-İttifak Antlaşmalarını, taraflara ciddi yükümlülükler getirdiğini ve ahde vefa gösterilmediği (antlaşmalara uyulmadığı) takdirde, ağır sorumluluklar doğuracağını, geçmişten hiç ders almamışlar gibi, bilerek ve isteyerek çiğniyorlardı. Bu sebeple, daha önce Kıbrıs meselesinde yapmış oldukları stratejik yanlışları tekrarlamaları kaçınılmaz hale gelmişti.
Makarios, Kıbrıs meselesi antlaşmalarla çözüme kavuşturulmasına rağmen ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının Türkiye’ye tanıdığı müdahale hakkını hiç dikkate almadan, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ele geçirmeye, Anayasa’nın, içinde değiştirilemez maddelerinin de bulunduğu 13 maddesini değiştirmeye kalkışmakla başlamıştı. Söz konusu değişiklik Türkiye ile Kıbrıs Türkleri tarafından kabul edilmemesi üzerine, garantör ülke İngiltere’den cesaret alan Makarios, önceden hazırladığı Akritas Planı’nı(10) uygulamaya başlamış; 21Aralık1963de Kıbrıs’ta Türk halkına karşı silahlı saldırıya geçmiş ve adada ENOSİS savaşını yeniden başlatmıştı. Bunun üzerine, ortaya çıkan EOKA, tekrar, Türk köylerine, kasabalardaki Türk bölgelerine silahlı saldırılar düzenliyor; sebepsiz yere, çocuk, genç, ihtiyar, kadın demeden, Türkleri öldürüyor; işgal ettiği Türk köylerinde evleri, okulları, camileri yakıyor; köy sakinlerinin mallarını yağma ve talan ediyordu. Türk köylerini ve kasabalardaki Türk bölgelerini kuşatan Rum çeteleri, adada Türk halkının dolaşım özgürlüğünü büyük ölçüde sınırlamışlar, Türkleri açlığa, yokluğa, yoksulluğa mahkûm etmişlerdi. Bununla da yetinmeyerek, yollarda kurdukları kontrol noktalarından geçen Türklere onur kırıcı muamelede bulunuyorlar; bazılarını da yollardan alarak bir meçhul yere götürüp öldürüyorlardı.
Kıbrıs’ın her köşesinde Rumlar, Türklere karsı terör estirerek, onları iradelerine boyun eğdirmek için her yolu deniyorlardı. Artık, hiçbir Türk yaşadığı yerde güven içinde değildi. Her Türkün köyünde ve kantonunda ölüm kol geziyordu. Kısaca, Kıbrıs Türk halkı, Rumların uyguladıkları bir soykırım tehdidi ile karşı karşıya bulunuyordu.
Kıbrıs’ta durumun giderek daha tehlikeli ve daha vahim bir safhaya girmesi üzerine Türkiye Garanti Antlaşması’nın kendisine tanıdığı müdahale yetkisine dayanarak, adaya asker çıkarıp olayları durdurmak istemişse de, başta ABD olduğu halde Batılı büyük devletler, Türkiye’nin bu girişimini engellemişlerdi. Bunu, dolaylı bir destek olarak değerlendiren ve cesaretlenen Rumlar, Türklere karşı sürdürdükleri silahlı saldırılarını artırmışlar; devlet organları ile devlet dairelerinde görevli Türk personeli ölümle tehdit ederek görevlerinden uzaklaştırmışlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasp etmişlerdi. Kısaca, Makarios, adada ENOSİS’e giden yolda adım adım ilerliyordu.
Rumların silahlı saldırıları karşısında, Kıbrıs Türk halkı tek yürek olmuş, bağrından çıkardığı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) öncülüğünde eşine ender rastlanan bir direniş gösteriyor ve Rumlara boyun eğmiyordu. Bu durumda Makarios’un, kısa zamanda, Kıbrıs Türklerini kontrol ve denetim altına alması mümkün görülmüyordu. Bunun üzerine Yunanistan, Kıbrıs’ta, Rumların başlatığı ENOSİS savaşına dâhil olmuş; adayı “oldu-bitti”ye getirerek, ilhak etmek maksadı ile 1964 başından itibaren, Kıbrıs’a, hukuk dışı yollardan ve gizlice asker çıkarmaya başlamış; uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan antlaşmalara sadık kalma kuralını (ahde vefa) ayaklar altına alarak dünyanın gözleri önünde adayı fiilen işgal etmişti.
Kıbrıs’ta, Rum-Yunan ikilisinin anlaşarak ve eşgüdüm içinde birlikte hareket ederek yarattıkları, Zürih-Londra Antlaşmaları ile Garanti ve İttifak antlaşmalarına ters düşen, ayni zamanda küresel ve bölge barışını tehlikeye sokan bu duruma Türkiye’nin müdahale girişimleri, her defasında, Batılı büyük devletlerin engeli ile karşılaşmıştır. Anılan devletlerin Türkiye’ye karşı takındıkları bu tavırdan güç alan Rum-Yunan ikilisi, ENOSİS savaşına hız vermiş ve yeniden büyük bir stratejik yanlışın içe düşmüştür.
Her şeyden önce, Yunanistan’ın, Türkiye’nin müdahalesi karşısında, Anadolu’nun güney sahillerinin 40 mil (65km.) uzağında bulunan Kıbrıs’ı, , kendi milli gücü: olanak ve yetenekleri ile işgal etmesi, savunması ve elde tutması mümkün değildi.
Savaşta, kuvveti zafere götürecek “ her tedbir bütün detayları ile düşünülür, uzun vadeli siyasi, askeri ve lojistik destek hazırlıkları yapılır, ve harekât en küçük detaya kadar planlanır ve bu amaçla her kaynak kullanılır. Savaşta, hiçbir şey şansa bırakılmaz.” kuralı stratejinin temelidir. Bu bakımdan stratejik düşünce ve planlama siyasi ve askeri liderlerin yolunu aydınlatan ışık gibidir. Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirmek, her şeyden önce, çok kapsamlı bir planlamayı gerektiriyordu. Bu bakımdan, Kıbrıs’ta ENOSİS savaşına başlamadan önce, Rum-Yunan ikilisi “biz kimiz?”, “ne yapmak itiyoruz?”, “mevcut şartlar nelerdir?” Adada ENOSİS’i hangi vasıtaları ve kaynaklar kullanarak, nasıl gerçekleştireceğiz?” sorularını sormadan ve merkezi bir planlama karargâhı kurmadan harekâta başladıklarından ve “Akritas Planı” da harekâtın isteklerine cevap verecek kapsamda olmadığından, başarı şansını ilk başından kaybettiler. Böylece, Yunan devlet adamları ile Makarios’un ve Yunan Genelkurmay Başkanlığı’nın stratejik körlüğü, Kıbrıslı Rumları felakete sürüklemiştir.
Kıbrıs’ta, Rum-Yunan ikilisi ENOSİS savaşına başlarken Yunanistan’da güçlü bir siyasi yapı ve güçlü bir ekonomi mevcut değildi. Ülkenin kaynakları çok sınırlı, endüstri ve teknolojik gücü, hemen hemen yok denecek kadar azdı. Ayrıca, silahlı kuvvetlerini harbe hazırlık derecesi ile muharebe kabiliyeti ve muharebe etkinliği seviyeleri de çok düşüktü. Yunan birliklerinin muharebe kadroları eksik, disiplinleri ve eğitimleri zayıftı. Ayrıca her türlü silah sisteminde dışa bağımlı idiler. Kısaca, Yunan ordusu harbe hazır değildi.
Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de hava üstünlüğü ile deniz üstünlüğünü elinde bulundurduğu bir zamanda, Yunanistan’ın ana karasından 831 km; Girit’ten 531 km. uzakta bulunan Kıbrıs’a hava desteğinden, donanma desteğinden ve her türlü lojistik destekten mahrum olarak bir takviyeli tümeni sızdırması; adada Makarios’un başlattığı ENOSİS savaşına katılması; askerlik ilim ve sanatı ile harp prensiplerinin tamamını inkâr eden ve telafisi mümkün olmayan zararlar tevlit eden, ölümcül bir yanlış olarak değerlendirilmektedir. Çünkü, arz edilen şartlar dikkate alındığında, adaya sızdırdığı tümeni takviye etmesi mümkün olmadığı gibi, ona hava ve donanma desteği sağlaması da hemen hemen imkânsız görünüyordu. Bir ordunun hava ve donanma desteği olmadan savaşı kazanmasının mümkün olmadığı askeri öğretinin alfabesidir. Kaldı ki, deniz aşırı bir göreve gönderilen bir tümene hedefinin/hedeflerinin neler olduğu söylenmemiş: kapsamlı bir harekât planı yapılmamış adanın ilhakına ilişkin bir konsept de belirlenmemişti. Halbuki, icra edilecek her harekâtta, hedefin ve ona uygun stratejilerin belirlenmesi, harbin vazgeçilmez bir prensibi ve gereksinimidir. Bu bakımdan, akla, mantığa uygun planların, programların önceden belirlenmiş amaçlara/hedeflere dayandırılmaları; amacı ve hedefi belli olmayan hiçbir harekâtın başarıya ulaşmasının mümkün olmadığı izaha yer bırakmamaktadır.
Denilebilir ki, bu durumda, Makarios ile Yunan siyasi ve askeri liderleri Kıbrıs’ta çok tehlikeli bir kumar oynuyorlar; adeta bulanık suda balık avlıyorlar; ayni zamanda kaldıramayacakları yükün altına giriyorlardı.
Oluşan kanaat odur ki, küçük Yunanistan’ın en büyük hatası, hala küçüklüğünü anlayamaması; varlığını, Batılı büyük devletlerin eteğinin altına saklanarak devam ettirdiğinin farkında olamayışıdır.
Kıbrıs’ta 1974 senesine gelindiğinde, Yunanistan ile Kıbrıs Rumları arasında, Kıbrıs’a ilişkin ortak bir konsept belirlenmediğinden, Makarios ile Yunanistan’daki Askeri Yönetim arasında, ENOSİS konusunda, stratejik fikir ayrılıkları baş göstermişti.
Makarios, Kıbrıs’ta, ENOSİS’e, Türkleri, uzun vadede, silah kullanmadan, sosyal, psikolojik baskılarla ve ekonomik çöküntüye uğratarak ulaşmayı hedefliyordu. Kıbrıs’a takviyeli bir tümen çıkaran ve Rum Milli Muhafız Ordusu’nu (RMMO) kurarak adada tam bir hâkimiyet sağlayan Yunan Cuntası, halk nazarında itibarını artırmak ve Yunanistan’da siyasi konumunu güçlendirmek için en kısa zamanda Kıbrıs’ı, kuvvete dayalı olarak ilhak etmeyi hedefliyordu. Yunan Cuntası ile Makarios arasında baş gösteren fikir ayrılığı, Rum toplumu arasında kutuplaşmalara yol açmış; kısa zamanda, Rum toplumu içinde oluşan kutuplar arasında çatışmalar başlamış ve birbiri ardına, Makarios’a karşı suikast girişimlerinde bulunulmuştu. Rum toplumunu bir iç harbin eşiğine getiren bu durumun korkutucu bir boyuta ulaşması üzerine Makarios, 5Temmuz!974 de yaptığı basın toplantısında, açıkça, Yunanistan’ı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışmakla suçlamış ve kısa bir süre sonra Atina’ya bir mektup yazarak, adadaki Yunan subaylarını buradan çekmesini istemişti. Makarios’un Yunanistan’a karşı takındığı kafa tutan bu tavrı, Yunan Cuntasını sinirlendirmiş ve bunun üzerine Yunan Cuntası, Makarios’u iktidardan uzaklaştırıp ENOSİS’i gerçekleştirmek amacıyla, ona karşı bir darbe düzenlemişti (15Temmuz1974). Bu darbede, canını zor kurtaran Makarios, Baf kasabasına kaçmayı başarmış, İngilizler, bir helikopterle, onu saklandığı yeden alarak Limasol’daki Ağrotur Hava Üssüne getirmişler; daha sonra, bir uçakla önce Malta’ya ve oradan da Londra’ya götürmüşlerdi.
Makarios iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, eski bir EOKA militanı olan ve 1955-1959 yılları arasında işlediği sayısız cinayetten ötürü “insan kasabı” olarak bilinen Nikos Samson, Makarios’un yerine, Cumhurbaşkanlığı’na getirilmiş ve hemen ardından adada “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” ilan edilmişti. Bu şekilde, Yunanistan’daki Albaylar Cuntası, Birleşmiş Milletlerin (BM) gözleri önünde sergiledikleri çirkin bir oyunla, uluslararası antlaşmalarla kurulmuş; anayasal düzeni ve toprak bütünlüğü Türkiye, İngiltere, Yunanistan tarafından garanti altına alınmış; BM üyesi, egemen Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, yıkmış; uluslararası hukuku, insan hak ve özgürlüklerini ayaklar altına alarak Kıbrıs’ı fiilen işgal etmişti. Bu durumda adada yaşayan Türk halkının can ve mal güvenlikleri ortadan kalktığı gibi, iki toplumun üniter bir devlet çatısı altında birlikte yaşama olanağı da kalmamıştı.
BM. Güvenlik Konseyi’nin 17Temmuz1974 de Kıbrıs’a ilişkin oturumunda konuşan Makarios, Yunanistan’ı, bir defa daha, Kıbrıs’ı işgal etmekle suçlamış; Kıbrıs’ın Yunan işgalinden kurtarılması için BM’den yardım istemişti. Böylece, Yunanistan, Kıbrıs meselesinde yapmış olduğu stratejik yanlışlar zincirine kalın bir halka daha eklemişti.
Yunanistan’ın Adada yarattığı bu tehlikeli “de facto” durum karşısında, garantör devletlerden biri olan Türkiye, elini kolunu bağlatıp hareketsiz kalamaz ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasına razı olamazdı.
Adada bu traji-komik gelişmeler olurken, her zamanki senaryo, BM de tekrarlanmaya başlamıştı. ABD Nikos Samson Hükümetini tanımaya hazırlanıyordu. Muhtemelen onu İngiltere izleyecek ve Nikos Samson Hükümetini tanıyacaktı. Zaman çok önemliydi. Belli ki Türkiye elini çabuk tutmaz ve zamanında etkin tedbirler almazsa bir “oldu-bitti” ile Kıbrıs Yunanistan’a bağlanacak, olay bir kınama ile geçiştirilecekti. O sırada müttefik ülkeler Türkiye’ye itidal tavsiyesinde bulunuyorlar ve soruna diplomatik yollardan bir çözüm bulunması için fedakârlık yapmasını istiyorlardı. ABD Cumhurbaşkanı özel temsilcisi Joseph Sisco’yu Ankara’ya göndermiş Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı askeri müdahaleyi önlemeye çalışıyordu. Fakat Yunanistan, Türkiye’ye, Kıbrıs’a asker çıkararak duruma müdahale etmekten başka bir seçenek bırakmamıştı. Garanti Antlaşması’nın Türkiye’ye tanıdığı müdahale hakkına ve yüklediği göreve dayalı olarak yapacağı bu haklı müdahaleye kimse engel olamazdı. Bu defa, Türkiye ahdi hukukuna dayalı olarak Kıbrıs’a asker çıkarmaya, adadaki traji-komik durumu acilen sona erdirmeye ve Yunanistan’ın gemi azıya almış, doymak bilmeyen Megali İdea ihtiraslarına “ DUR!..” demeye kararlı idi.
Türkiye için zaman çok önem taşıyordu. Taşucu, Mersin, İskenderun limanlarında süratle askeri yığınağını tamamlayan Türkiye, Zürih-Londra Antlaşmaları ile Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yükümlülüklerine uygun olarak, 20Temmuz 1974 de, sabahleyin, Girne’nin batısındaki “Yavuz” plâjına çıkarma yapmış ve bununla eş zamanlı olarak Girne Boğazı, Gönyeli, Kırnı arasındaki ovaya helikopter indirmesi ve hava indirme harekâtı icra etmiştir.
Kısa zamanda düşman kuvvetleri mağlup edilerek:
1. Adanın kuzeyindeki Türk toprakları Yunan işgalinden kurtarılmış;
2. Rauf Denktaş ile Klerides arasında 1975de İkinci Viyana Antlaşması imzalanarak, Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan Türkler, BM Kıbrıs Barış Gücü’nün gözetiminde, kendi rızaları ile adanın kuzeyine; kuzeyde yaşayan Rumlar da, kendi rızaları ile adanın güneyine geçmişler; böylece, adada ayrı coğrafi bölgelerde bir araya gelen Türk ve Rum toplumları “de facto” ayrı iki egemen devlet kurmuşlar;
3. Kıbrıs Türk halkı ile Rumların can ve mal güvenlikleri sağlanmış;
4. Kıbrıs’ta, on beş senedir (1955-1959;1963-1974) devam eden toplumlar arası silahlı çatışmalar son bulmuş; adada, barış ve istikrar sağlanmış.
5. Lozan Antlaşması( 24Tmmuz19223 ) ile kurulan fakat Yunanistan’ın Kıbrıs’ asker çıkarıp adayı fiilen işgal etmesi sonucu bozulan Türk-Yunan dengesi yeniden tesis edilmiştir.
Bugün Kıbrıs’ta iki ayrı egemen devlet vardır. Bunlardan biri Kıbrıs’ın kuzeyinde Türklerin kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Devleti; diğeri adanın güneyinde Rumların kurduğu Güney Kıbrıs Rum Yönetimidir (GKRY). Bu iki devletin birbirleri üzerinde hükümranlık hakları olmadığı gibi, birbirlerini temsil hakları da yoktur.
Elli yılı aşkın bir zamandan beri devam eden toplumlar arası müzakereler henüz Kıbrıs meselesini kalıcı bir çözüme ulaştıramamıştır. Bunun nedenini, Kıbrıs sorununun kökeninde bir egemenlik uyuşmazlığının mevcudiyetinde aramak gereği izaha yer bırakmamaktadır. Bugün, GKRY, İngilizlerin adadan ayrılırken, Türk ve Rum toplumlarına devrettiği egemenlik yetkisini, hukuk dışı yöntemlerle, ellerinde toplama gayreti içindedir.
Sonuç.
Yunanistan, Kıbrıs’ta, üç ölümcül stratejik yanlış yapmıştır:
1. Ulusal gücü ve kendi olanak ve yetenekleri ile gerçekleştirmesi mümkün olmayan bir siyasi hedef seçmesi; silâh zoru ile Kıbrıs’ı ilhak etmek istemesi ve bu amaçla adada, silahlı bir savaş başlatması;
2. 1964 yılı başından başlayarak, değişik zamanlarda, yasa dışı yollardan, gizlice ve her türlü destekten yoksun olarak takviyeli bir tümeni Kıbrıs’a, çıkarması ve adayı fiilen işgal etmesi
3. 15 Temmuz 1974 de, Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı bir askeri darbe düzenleyerek, dünyanın gözleri önünde, BM’e üye Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırması ve yerine “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni kurması.
Bilindiği üzere, Kıbrıs cumhuriyeti, adada yaşayan Türk ve Rum toplumlarının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde, iki toplumun eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak, 16 Ağustos 1960 da kurulup, fonksiyonlarını yerine getirmeye ve hizmet vermeye başlamıştı. Devletin hakça yönetilmesi ve hizmetlerin aksamadan yerine getirilmesi Cumhurbaşkanı Makarios’un yönetim becerisine, yeteneğine, bilgisine ve düşünce yapısına kalmıştı. 20nci Yüzyıl’da, geçerliliğini yitirmiş, modası geçmiş, çağ dışı kalmış Megali İdea’nın girdabından ve hastalıklı EOKA zihniyetinden kurtulamayan Makarios ile Yunan devlet adamları, Türk ve Rum toplumlarının menfaatleri doğrultusunda, Kıbrıs’a ilişkin bilinçli ve akılcıl kararlar alacakları yerde, garantör devletlerden biri olan Türkiye’nin tepkisini ve bu tepkinin doğuracağı ağır sonuçları hiç dikkate almadan, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasp edip adayı Yunanistan’a ilhak etmek üzere, Kıbrıs Türk halkına karşı silahlı saldırıya geçmişler ve adada ENOSİS savaşını başlatmışlar; dünyada eşine ender rastlanan bir sorumsuzluk ve pervasızlık örneği sergilemişlerdi.
Kıbrıs meselesinde, Makarios ile Yunan devlet adamlarının izledikleri hileli politika ve yapmış oldukları stratejik yanlışlar, onları kaçınılmaz olarak bir savaşa sürüklemiş; bölge barışını tehlikeye sokmuş; Kıbrıs’ta felaketlere yol açmış; Türk ve Rum toplumlarına türlü acılar yaşatmıştır.
Bu nedenle, bugüne kadar adada yaşanan her felaketten; dökülen her damla kandan; Türk ve Rum toplumlarının uğradıkları maddi ve manevi her türlü zarardan ve çekilen bütün acılardan, doğrudan doğruya, Makarios ve Yunan devlet adamları sorumludurlar. Hal böyle olmasına rağmen, halen, bunun hesabı, Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarından sorulmamıştır.
21nci Yüzyıl’ın siyasi mantığına ters düşen, ayni zamanda dünya barışı ve istikrarı için bir tehlike oluşturan Megali İdea, hala, Yunan politikasının temelini oluşturmaktadır. Bu politikanın ana hedeflerinden biri de, uzun vadede Kıbrıs’ı topraklarına katmaktır. Bu sebeple, 50 yılı aşkın bir süredir devam eden toplumlar arası müzakerelerde Kıbrıs meselesine bir çözüm bulunamamıştır. Çünkü söz konusu müzakerelerde Rum-Yunan ikilisi, aşağıda meşhur Rus stratejisini uygulamaktadır.
“ Benim olan benimdir; senin olan müzakere edilir.”
Bundan da anlaşılacağı üzere, Rumlar hiçbir zaman adanın yönetimini Kıbrıs Türkleri ile paylaşmak istememişlerdir. Bu durumda, Rum-Yunan ikilisinin, adada, Kıbrıs Türk halkına hiçbir şey vermek istemedikleri gün yüzüne çıkmıştır. İki yüz yıldır Yunanlar ve Kıbrıslı Rumlar, kaynaklarını emeklerini ve zamanlarını harcadıkları halde, Kıbrıs’ta ENOSİS hedefini gerçekleştiremeyerek bir faaliyet tuzağı(11) içine düşmüşler ve hala bu tuzaktan kurtulamamışlardır.
Kıbrıs Türk halkı, adada yaşanan bunca kanlı olaydan, Rumların, onlara yaptığı bunca zulümden ve Rum-Yunan ikilisinin hala Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak istediklerini bilmelerine rağmen, federasyon/konfederasyon devlet çözümünü müzakere etmeleri, Kıbrıs Türk halkının da bir faaliyet tuzağı(11) içine çekilmeye çalışıldığı görüntüsü vermektedir. Ne istediğini bilen, Kıbrıs Türk halkı, öncelikle “Ulusal Güvenlik Kurulu’nu” teşkil etmeli; ortak milli hedeflerini belirlenmeli; bunlarla eş zamanlı olarak “Ulusal Siyaset ve Strateji Belgesi”ni hazırlanmalı ve bu esaslar çerçevesinde yapılacak kısa, orta ve uzun vadeli planlara göre, ayrı egemen Türk devletinin alt yapısı hazırlanmalıdır. Söz konusu devletin, uluslararası alanlarda tanıtılması için diplomatik çalışmalara gecikmeksizin başlanmalı ve bu çalışmalar kesintisiz ve artan bir tempoyla sürdürülmelidir.
Adada, Kıbrıs Türk halkının güvenliği ve aydınlık geleceği ve bekası sınırları belirlenmiş topraklar üzerinde, Türkiye’nin garantörlüğünde ve adada konuşlanmış Türk askerinin güvencesi altında, , eşitliğe dayalı, bağımsız, ayrı bir egemen devlet olarak varlığını devam ettirmesine bağlıdır.
Türkiye, Anadolu Yarımadası’nın güneyinden gelecek tehdit ve tehlikelere karşı hassas olup, bu mihverden vaki olacak muhtemel tecavüzlere açıktır. Her zaman Türkiye’nin ulusal güvenliği içinde mütalaa edilen Kıbrıs, Anadolu’nun güney sahillerini uzaktan koruyan, jeopolitik ve jeostratejik değerlere sahip çok önemli bir adadır.
Yirmi Birinci Yüzyılda, baş döndüren bir hızla gelişen olayların yeniden şekillendirdiği dünya düzeni içinde önemli yer tutan Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin bekasını sağlayabilmesi ve bu bölgede büyük bir güç olarak etkinliğini artırabilmesi için, her ne pahasına olursa olsun, hayat alanı olan Doğu Akdeniz’de stratejik bir mevkide bulunan Kuzey Kıbrıs’ı mutlaka elinde bulundurması ulusal güvenliğinin ve milli menfaatlerinin zorunlu kıldığı bir olgudur. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki kazanılmış haklarından ve ahdi hukukundan feragat ederek Kıbrıs’tan askerini çekmesi, geri dönüşü olmayan tarihi ve stratejik ölümcül bir yanlış olacaktır.
Türkiye’nin garanti altına almadığı, silahlı kuvvetleri ile filen güvenliğini sağlamadığı “Egemen Kıbrıs Türk Devleti’nin” ve Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığı her zaman Rum-Yunan ikilisinin tehdit ve tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktı. Bu durum muvacehesinde, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de büyük güçlerin güç mücadeleleri dikkate alındığında, Kıbrıs Türk halkına, atalarından en değerli miras kalan topraklarını savunabilmeleri, Egemen Kıbrıs Türk Devleti’ni yaşatıp tanıtabilmeleri, adadaki varlıklarını ve egemenliklerini sonuna kadar devam ettirebilmeleri, Egemen Kıbrıs Türk Devleti’nin Türkiye ile olan siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri bağlarının en mükemmel düzeye çıkarılması, Türkiye’nin garantörlük haklarının devam ettirilmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin devamlı olarak adada kalması ile mümkün olacaktır. Bu nedenlerle, Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının, Kıbrıs’ta uluslararası antlaşmalarla elde ettikleri haklarından vazgeçmeleri ve/veya taviz vermeleri asla söz konusu edilmemelidir.
Uzun yıllardan beri Kıbrıs Türk halkı ile Rum-Yunan ikilisi arasında devam eden Kıbrıs meselesinin halli bir zaman, sabır, tahammül ve irade meselesidir. Aşağıdaki tarihi olay buna çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.
“ Napolyon Bonapart’a esir düşen bir düşman generali ona zaferlerinin sırrının ne olduğunu sorar. O da, şimdi ben parmağımı senin ağızına koyacağım; sen de parmağını benim ağızıma koyacaksın ve işaretimle ısırmaya başlayacağız demiş. İşaret verilmiş ve birbirlerinin parmaklarını ısırmaya başlamışlar. Kısa bir süre sonra düşman generali, acıya dayanamayarak “Aaa!..” demiş ve Napolyon generalin ağızından parmağını çekmiş. Sen “Aaa!..” demeseydin az sonra ben “Aaa!..” diyecektim demiş”
Sakın Kıbrıs Türk halkı yorulmasın, yılmasın, bölünüp parçalanıp da “Aaa!..” demesin. Çünkü Rum-Yunan ikilisi, parmaklarını çekmek için Türklerin “Aaa!..” demelerini beklemektedir.
Kıbrıs Türklerinin üzerinde yaşadığı coğrafyanın vatan yapılması zannedildiği kadar kolay olmadı. Bu bakımdan, onu muhafaza etmek için KKTC Devleti’nin egemenliğini kuvvetlendirmesi kaçınılmaz olmuştur. Her şeyden önce, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıtıp yaşatabilmek için, Atatürk’ün iç cephe diye tanımladığı milli birliğin çok güçlü olması gerekmektedir. Bu cepheyi güçlendirmeye dönük her tedbir alınmalı ve bütün gayretler milli birliğin sağlanması üzerinde odaklanmalıdır. Bu da siyasilerin birleşme/birleştirme yetenekleri ile mümkün olur.
Dip Notları:
(1). Nutuk, 3ncü cilt, s:97
(2).Megali İdea: en kısa izahı ile bütün Helenleri kurtarmak ve Yunanistan ile bileştirmek politikası diye tanımlanır. ( Bilal Şimşir, Ege Sorunu Belgeler Cilt I (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, s:xxxııı.
(3). Bilal Şimşir, Ege Sorunu Belgeler Cilt I (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, SS: xxxv-xxxvı.
(4) İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde Müttefikler ile İtalya arasında 10Şubat1947 de imzalanan Paris Antlaşması’nın 14ncü maddesine göre On İki Ada (Rodos, Hereke, İlyaki, Sümbeki, İncirli, Stanköy, Klimni, Leros, Patos, Lipsos, Koçbaba, Kerpe, Kaşot ve bunlara ilaveten Meis) Yunanistan’a bırakılmıştı. (7Mart1947)
(5). Makarios: Asıl adı Mihail Hristodolu Muskostur. 1913 yılında Kıbrıs’ta, Baf kasabasının Panaya köyünde yoksul bir çobanın oğlu olarak dünyaya geldi. Din eğitimine 13 yaşında Cikko Manastırı’nda (Kıbrıs) başladı. Lefkoşa’da Pangibrion Cimnasyum’unda burslu olarak okudu. Buradan mezun olduktan sonra, burslu olarak, din eğitimine Atina İlahiyat Fakültesi’nde (Yunanistan) ve Boston (Amerika) İlahiyat Fakültesinde devam etti. Kıbrıs’a döndüğünde Kitium (Larnaka) Metropolitliği’ne seçildi.
(6). EOKA: Kıbrıs’ı ilhak etmek için Yunanistan’ın adada kurduğu yasa dışı bir yeraltı teşkilatıdır. Rumca “Ellenigos, organismos, Kiriagon, Agoniston” kelimelerinin baş harflerinin bir araya gelmesi ile oluşan bir kısaltmadır. “Kıbrıs Rum Milli Mücadele Teşkilatı” anlamını taşır.
(7). Milli Güç: Ulusun ayrı ayrı birer milli güç niteliği taşıyan siyasi, askeri, ekonomik, demografik, coğrafi, bilim ve teknoloji, psiko-sosyal ve kültürel güçlerinin birleşik yapısı ve onu kullanma kabiliyetidir. Bunlar birbirlerini tamamlayan bir bütündürler. Milli güç ve unsurlarına işlerlik kazandıran; onları geliştirip güçlendiren kaynak insandır. (Mert Bayat, Milli Güç ve Milli Devlet, 12Ocak2012.
(8). Strateji: Birçok tarifi vardır. Bir İngiliz askeri tarihçi ve stratejist olan Basil Liddell Hart (1895-1970) “Strateji, politikanın öngördüğü hedeflere ulaşmak için askeri vasıtaların uygun paylaşımı ve kullanılma sanatıdır” şeklinde tanımlar.
(9). Fahir Armaoğlu, Kıbrıs Meselesi (1954-1959), Sevinç Matbaası, Ankara,1963, ss: 463; 505-510)
(10). Akritas Planı: Yunanistan’ın bilgisi dâhilinde ve onayı ile Cumhurbaşkanı Makarios’un başkanlığında, zamanın Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis, Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides, Çalışma Bakanı Tasos Papadopulos ve gizlice Kıbrıs’a sokulan Yunan birliklerinde görevli yüksek rütbeli subaylar tarafından hazırlanan ve örgütsel faaliyetleri içeren politiko-militer bir plan olup, “askeri, politik ve silahlı eylemlerle Kıbrıs Cumhuriyetini ele geçirmeyi ve Kıbrıs Türklerini ortadan kaldırmayı hedef alıyordu”. ( Bkz. John Reddaway, Bürden With Cyprus The British Connection, Kemal Rüstem And Brs. Nicosia, 1986, ss: 199-206)
(11).Faaliyet tuzağı: Bir kaynak, bir emek ve zaman harcıyorsanız ve sonuçta amaçladığınız hedefe ulaşamıyorsanız siz bir faaliyet tuzağı içindesiniz.
...