Uzun zamandır görüşmediğim bir dostum şehre gelmiş. Telefonlaştık, kaldığı otelde buluşalım diye konuştuk.
Neredeyse haftada iki “ayarlanan” petrol ürünleri fiyatları nedeniyle mi ne, trafik sorununa neredeyse mucizevi bir şekilde çözüm bulundu. Çukurambar tarafına gidiş her zaman işkence halini aldığı bilinçaltıma o kadar yerleşmiş ki neredeyse bir saat önce randevum için yola çıktım. Gerçi benden akıllı telefonumun Navigasyon programı gideceğim adrese araba ile “18 dakika” sonra varabileceğimi söylese de, inanmadım. “18 kilometre mesafe, 18 dakikada varırsın diyor. Bu programı yazan Ankara’da yaşamamış” diye de söylendim üstelik.
Heyhat. Yanılmışım. Navigasyon programı da yanılmış. 15 dakika bile tutmadı otele varmam. Otelin araç parkına yöneldim. Geçiş kontrolde kimse yok. Duralayınca, vale servisi hizmetlisi gibi birisi koştu geldi. “Amca, otelde mi kalıyorsunuz?” diye sordu. Oldum olası nefret ederim kardeş çocuklarım dışında bana “amca” ve “dayı” gibi seslenilmesinden. Gerçi son zamanlarda bazı hadsizler “dede” bile demeye başladı ya, o da ayrı mesele.
“Araç park etmek için otelde konaklamak şart mıdır?” diye sordum, tüm aksiliğimle. “Park yeri otel misafirleri için efendim” dedi. Emir kulu sonuçta diyordum ki baklayı ağzından çıkardı: “Diğer misafirler için vale hizmeti veriyoruz. Ucuz, 25 lira.” Bir düzen de orada kurulmuş. Usulünce fiş alsam, birkaç saat arabamı park etsem doğal olarak daha fazlasını otele ödeme durumunda kalacakken, bazı arkadaşlar oraya bir düzen kurmuşlar, geçimlerini sağlıyorlar. Ne demişti rahmetli, “Benim memurun işini bilir.” Kafa aynı kafa, zaman değişti sadece.
Eskiden sendikaların misafirhaneleri olurdu. Şimdi sendika neredeyse kalmadı, ama hem de dört, beş yıldızlı otel sahibi sendikalar olabileceğini söyleseler, çoğu kimse gibi ben de inanmazdım herhalde.
Cehalet işte… Bilmiyormuşum, öğrenmeliymişim. Türkiye’de ve dünyada ne zengin sendikalar varmış meğer. Türkiye’de var mı öğrenemedim ama, dünyada milyarca dolarlık yatırım fonları olanlar bile varmış. Gerçi “sendika ağalığı” tanımı bu nedenle oluşmadı ancak o kadar çok paraya sahip sendikalara da birilerinin çöreklenmesi herhalde polisiye terimiyle “adi vaka” olur herhalde.
Çakma Chesterfield sofaya uzun oturmuş. Yüzünde bir haftalık sakal. Elbiseleri temiz, ama zevksiz. Elinde cep telefonu, pür dikkat oyun oynamakta. Otel lobisi kalabalık. Salgın nedeniyle kimse ile yakın durmamak istiyorum, ama “Kafe” alanında karşılıklı kapılar açık, kuvvetli temiz hava akımı salgında tam aranan şey belki ama ilk akşam da olsa Ankara’nın kış akşamları malum, buz gibi soğuk oluyor. Kuranderde kalıp şifayı kapmak işten bile değil. Restoran bölümünde yemek servisi var, oturulamaz.
Güya Chesterfield, üstelik de “Grand Mayfair” modelinin çakması, kocaman bir sofa. Uzun oturan, cep telefonunda devamlı oyun oynayan arkadaş bir köşesine oturmuş. Normal zamanda en az dört kişi daha rahat oturur. Ancak şimdi salgın zamanı. Tam diğer uca da ben oturayım diye yöneldim ki, gözlerim hayretten kocaman oldu. Adamın sağ tarafında, yarısı açıkta, yarısı kılıfta, tüm soğukluğu ve iğrençliği ile bir tabanca bana sırıtıyordu.
Daha dikkatli baktım lobideki neredeyse tümü 30-40 yaşlarındaki kadınlı erkekli kalabalığa. Hayret ki ne hayret. Neredeyse üçte birinin benzer aksesuarları vardı…
Birden hatırladım. Arkadaşım benim gibi sıradan bir gazeteci değildi ki… Üstelik de Ankara’da bulunmasının nedeni Külliye’den gelen davetti.
Gğvenlik önemli de, eğer arkadaşım için idiyse onca tedbir, o daha gelmemişti ki, Külliye’de görüşmedeydi. Düşündüm. En son ne zaman bu kadar yüksek güvenlik takıntılı bir ortamda bulunmuştum? Saddam’ın Irak’ında? Yoksa intihar komandolarının çok aktif olduğu dönemde Tel Aviv’de bir kafeye girerken mi?
Arkadaşım nitekim kocaman bir güvenlik konvoyuyla geldi. Belli çok yorulmuştu. Selamlaştık, sarıldık. Ayak üstü birkaç dakika sohbet ettik. “Yorgunsun, bir başka zamanda görüşelim” deyip ayrıldım.
...