Çözümsüzlüğün Sebepleri

 

Kıbrıs müzakere süreci 49. yılını tamamlamış bulunmaktadır. Ortaya çözüm çıkmış değildir. Bugünkü durumda, iddiaların aksine, çözüme yaklaşılmış da değildir.

Bu neden böyledir?

Birincisi, Rum – Yunan ittifakı Kıbrıs için “enosis” emelinden ve hayalinden vazgeçememiştir.

İkincisi, Kıbrıs Rum kamuoyu ve özellikle genç kuşak bu vakte kadar siyasetçiler tarafından Ada’da “iki kesimli federal” çözümü kabul yönünde beslenmemiş, teşvik edilmemiştir. Bu gerçeğin görülebilmesi için müzakere sürecinin sadece son 10 yıllık dönemine göz atılması bile yeterlidir. Rum liderler, Makarios’un 1977’de Denktaş’la Kıbrıs sorununun çözümü için “federasyon” şekli üzerinde mutabakata varmış olmasını dahi eleştiren demeçler vermişlerdir. Hristofyas çeşitli vesilelerle “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” sözünü tekrarlamıştır. Anastasiadis de bir konuşmasında, müzakerelerin “iki kesimli ve iki toplumlu federasyon” hedefini “ıstırap veren bir uzlaşı” olarak nitelemiştir.

Üçüncüsü, Rum tarafı ve Yunanistan, ortak pozisyonlarını, çözüm için 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının kaldırılması ve Ada’nın Türk askerî varlığından tamamen arındırılması ön şartlarında kilitlemişlerdir.

 

Rumlar Çözümsüzlükten Rahatsız Değildir

 

BM Güvenlik Konseyi’nin ve AB’nin gelişmelerin seyri içinde aldıkları Rum tarafının iddialarına ve pozisyonuna arka çıkan kararlar ve bunlara dayalı olarak yaptıkları uygulamalar, Rum – Yunan ortaklığını, Kıbrıs sorununun gerçekçi, adil ve kalıcı çözümü için Kıbrıs Türk tarafıyla ve Türkiye ile uzlaşıp anlaşma yapmaya ihtiyaç duymaz hale getirmiştir. “Ada’daki statüko (status quo) kabul edilemez” diye yakınan Rumların ve Yunanistan’ın aslında çözümsüzlükten rahatsız olmadıkları da gün gibi aşikârdır.

 

Rumların Uzun Vadeli Stratejisi

 

Rumların ve Yunanistan’ın 1963, 1967 ve 1974’deki silâhlı “enosis” girişimleri Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye tarafından sonuçsuz bırakılmıştır. Türkiye’nin haklı ve zamanlı askerî harekâtıyla Ada’da iki kesimli ve iki devletli yeni bir durum yaratılmıştır. Böylece  gerçekçi ve yaşayabilir bir çözümün alt yapısı oluşmuştur.  Rum – Yunan ittifakı ise  kendilerinin sebep olduğu bu yeni durumu kabullenememiştir. Ada’daki durumu, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale hak ve yetkileri de kaldırılmış olarak, eski haline getirme hayaliyle “uzun vadeli mücadele” stratejisini uygulamaya koymuştur.

Bu strateji, daha önce silâhlı saldırılar ve ekonomik abluka gibi sindirme metotlarıyla “enosis” karşısındaki direnci kırılamayan Kıbrıs Türk halkının dayanma ve mücadele azminin “yıldırma” ve “usandırma” yöntemlerine başvurularak aşındırılabileceği düşüncesinin ve ümidinin ürünü olmuştur.

 

Rum Tarafı Müzakere Sürecini Kötüye Kullanıyor

 

Rum tarafı, Yunanistan’ın da desteğiyle, BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesindeki çözüm arayışlarında, müzakere sürecini  “uzun vadeli mücadele” stratejisinin hedefleri doğrultusunda istismar etme niyetiyle hareket etmiştir. Rum tarafı, Türkiye’nin 1974 müdahalesinin Ada’daki sonuçlarını – iki kesimlilik dahil - bütünüyle ortadan kaldıran, Garanti ve İttifak Antlaşmalarını sona erdiren, Ada’yı Türk Silâhlı Kuvvetlerinin unsurlarından tamamen arındıran bir çözüm şekli elde edebilmesine elverişli bir konjonktürün ortaya çıkmasına değin masada ve masa dışında oyalayıcı tutum ve taktiklerle zaman kazanma peşinde olmuştur.

 

BM’nin ve AB’nin tutumları Rumların Amaçlarına Hizmet Ediyor

 

Özellikle KKTC’nin ilânından sonraki dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını engellemek için uluslararası topluma yaptığı çağrıyla beraber AB’nin ticarî ve ekonomik ilişkiler ve vize bakımından KKTC’ne getirdiği çeşitli kısıtlamalar ve nihayet, Rum yönetiminin ve Yunanistan’ın AB üyesi olmaları,  Rumların stratejilerini uygulamaları için müsait bir zemin oluşturmuş ve güçlü bir destek sağlamıştır.

Rum tarafı bu zemini kullanarak Kıbrıs Türk halkının Ada’da çözümsüzlüğün sıkıntılarını hissetmelere yol açacak uygulamalara girişmiştir. Algı operasyonları düzenlemişlerdir.

Türkiye’nin Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra ise Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edilmişlerdir. Fazla zaman geçmeden de Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin sürecin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir. Bu durum da Rum – Yunan ortaklığının Kıbrıs sorunundaki stratejisinin uygulanmasına ilâve destek ve güç kazandırmıştır.

 

Hristofyas’ın İfşaatı

 

Rum tarafında 2008 yılında Hristofyas’ın başkan seçilmesi nedense o zaman  KKTC’de, Türkiye’de ve uluslararası çevrelerde Kıbrıs sorunun çözüm yolunda ümit ve beklenti yaratmıştır.  Bu beklenti boşa çıkmış; Hristofyas ile Talât arasındaki müzakere süreci sonuç vermemiştir.

Hristofyas görev süresinin sonuna doğru yaptığı konuşmalarda “5 yıllık iktidarı boyunca KKTC’ye yönelik ambargoların yürürlükte kalması için mücadele ettiklerini” söylemiş; bunu başkanlık döneminin bir “başarısı” olarak  takdim etmiştir. “Yaptığımız en önemli iş, soruna yön veren tarafları KKTC’nin siyasi düzeyinin yükseltilmesinin bölünmeye neden olacağına ikna etmemiz ve çözüm umutlarını sürdürmemiz oldu” demiştir.

Hristofyas’ın partisi AKEL’in Annan Plânı üzerindeki referandumda o dönemdeki Rum Lider Papadopulos’un “red” kampanyasını desteklediğini ve AKEL taraftarlarının oylarıyla Plân’ın reddedildiğini kaydetmek isterim.

Rum tarafının müzakere sürecini kendi emelleri doğrultusunda kötüye kullanma niyeti, çözüm çabalarının bir zaman çerçevesiyle sınırlanmasına; BMGS’nin “hakemlik” gibi bir rol üstlenmesine daima kararlı biçimde karşı çıkıyor olmasından da bellidir.

 

Çözüm Süreci Kıbrıs Türk Halkına Vurulmuş Prangadır

 

Konuya bu gerçeklerin ışığında baktığımız zaman Kıbrıs müzakere sürecinin KKTC halkının iradesine, enerjisine, kalkınma hamlelerine ve en önemlisi de genç kuşakların istikbal ve kaderine vurulmuş bir pranga olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle bir pranganın genç nesilleri istikbal bakımından karamsarlığa, ümitsizliğe ve bezginliğe sevk etmesi de şüphesiz kaçınılmazdır. Bunun sonucu da, korkarım, Kıbrıs konusunda yaşayabilir âdil ve kalıcı bir çözüm şekline doğru ilerleme sağlanması değil, Kıbrıs Türk halkının  milli davada çözülmeye doğru hızla kayması olacaktır.

Bu pranganın ya halen devam etmekte olan Cenevre konferans sürecinde Türk tarafınca kesin kararlı bir tutum ve duruşla kırılmasının veya müzakere sürecine “devam edip etmeme” konusunun KKTC’de referanduma sunulmasının zamanının çoktan gelmiş ve geçmekte olduğunu düşünüyorum.

 

Son 6 Aylık Gelişmeler Türk tarafı İçin Tehlike İşaretleri Vermektedir

 

Müzakere sürecinin özellikle 2016 Eylül ayının sonlarından bu yana gösterdiği gelişme seyri de Rum – Yunan tarafının niyet ve tasavvurlarına ışık tutmaktadır. Gelişmeler, aynı zamanda, Türk tarafının BM diplomasisinin fevkalâde kaygan ve tuzaklarla dolu zemininde istenmeyen istikametlere doğru sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu da ortaya koymaktadır.

 

BM’nin Rum tarafını Kurtarma ve Destekleme Operasyonları

 

Bu sürüklenme tehlikesinin ortaya çıkmasında, KKTC Cumhurbaşkanının ve müzakere heyetinin iki yıldan bu yana zaman kaybedilmeden çözüme ulaşılması yönünde açığa vurulan hevesini diplomasinin inceliklerini ve hilelerini kullanarak istismar eden BM diplomatlarının da rolü vardır. BM diplomatları, Rum tarafının oyalayıcı taktikleri ve iyi niyetle müzakere etme zihniyetiyle bağdaşmayan davranışları yüzünden sürecin tıkanma ve kopma noktasına geldiği durumlarda yaptıkları müdahalelerle Rumları sıkıştıkları köşeden kurtarma cihetine gitmektedirler. Süreci Rum tarafının tercihlerine göre o vakte kadar üzerinde mutabakata varılmış ve uygulanmış usul kurallarını da ihlâl ederek yönlendirmekte ve şekillendirmektedir. Bunun somut örneklerini hatırlamakta fayda vardır:

 

Ucu Açık Konferans İçin Çavuşoğlu: “Ucu Açık Konferans İstemiyorduk”

 

BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışma Norveçli Eide’in girişimiyle Akıncı ve Anastasiadis 1 Aralık 2016 akşamı yemekte buluşmuştur. Bu buluşmada 5’li Konferans’ın toplanacağı tarih belirlenmiştir.

Bu yapılırken, Kıbrıs sorununun iç veçhesine ilişkin bilinen 4 gündem maddesinin tamamından taraflar arasında anlaşma olmadan toprak ayarlamaları bahsinde karşılıklı harita verilmesine yol açacak bir takvim belirlenmiştir.

Ayrıca, doğrudan iki toplum lideri tarafından görüşülen konularda anlaşma ortaya çıkmadan 5’li Konferansa geçilmesine yol açan bir düzenleme öngörülmüştür.

Konferans’ın ucu Rumların tercine uygun biçimde açık bırakılmıştır. Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu Konferans’a katıldıktan sonra Cenevre’de 14 Ocak günü düzenlediği basın toplantısında “ucu açık süreç istemiyorduk” demiştir. Bellidir ki Konferans kararı alınırken ve takvim düzenlenirken Türk tarafı  Rum – BM işbirliği ile bir emrivaki karşısında bırakılmıştır.

5’li Konferans’ın - gözlemci statüsündeki AB hariç - Kıbrıs’taki iki toplumun ve üç garantör devletin katılmasıyla toplanması öngörülmüştür. Konferans salonunda masalara İngilizce olarak Kıbrıs Türk Toplumu Lideri  – Kıbrıs Rum Toplumu Lideri – Türkiye – Yunanistan – İngiltere yazılı tabelalar konulması gerekirken, sırf Anastasiadis’in hem devlet hem toplum lideri olduğu iddiasını karşılamak üzere, katılımcıların önüne sadece “Ekselans” unvanıyla birlikte katılan şahsın ismini ihtiva eden tebelâlar yerleştirilmiştir.

 

BMGS Akıncı’nın da Katıldığı New York Buluşmasında Anastasiadis’e İstediğini Veriyor

 

Rum meclisinin aldığı “enosis” ile ilgili kararın yarattığı kriz ve hemen sonrasında Anastasiadis’in müzakerelerin devamı için ileri sürdüğü “öncelikle güvenlik ve garantiler, ardından da toprak düzenlemeleri konuları halledilmelidir; bunlardan sonra diğer 4 başlığı ele alalım” şeklinde özetlenebilecek ön şartlar yüzünden müzakere süreci Mayıs ayının sonlarında kopma noktasına gelmiştir. BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide Atina’da Dışişleri Bakanı Kotzias ile görüştükten sonra “endişeli olduğumu paylaşmak istiyorum. Sürecin sıkıntılı olduğu konusunda şu üç yıldaki herhangi bir dönemden daha fazla endişeliyim” demiştir. O noktada müzakerelerde bir kopma olsaydı, kuşkusuz sorumluluk Rum tarafına ait olacaktı. BM yetkilileri müzakere sürecinde sorumluluğun Rum tarafına yükleneceği bir kesilme olmasına razı olmamıştır.

 

BMGS Kıbrıs Konferansı’na Devam Edileceğini Açıklıyor

 

Eide’nin tavsiyesiyle BMGS Guterres devreye girmiş ve iki lider New York’a davet edilmişlerdir. BMGS iki liderin huzurunda okuduğu bir açıklama metniyle “Kıbrıs hakkındaki Konferansın” Haziran ayı içinde yeniden toplanması hususunda Liderlerin ve BMGS’nin mutabakata vardığını duyurmuştur.

Açıklamanın İngilizce metni okunduğum zaman, kullanılan ifadeleri, Rum tarafının “güvenlik – garantiler” ardından “toprak” konusunun öncelikle halledilmesi yolunda ileri sürdüğü “ön koşulların” âdeta iki Liderin ve BMGS’nin ortak anlayışıymış şeklinde  kabul edildiğini Anastasiadis’in iddia etmesine yardım edecek nitelikte bulduğumu belirtmek isterim.

Bir kere açıklamada güvenlik ve garantiler konusuna öncelikle yer verilmiş ve şöyle denilmiştir:

“Güvenlik ve garantiler hakkındaki bölümün iki toplum için hayatî önemde olduğu hususunda hepimiz mutabık kaldık. Bu bölümdeki ilerleme kapsamlı bir anlaşmaya ulaşılmasında ve gelecekteki güvenlikleri bakımından iki toplum arasında itimat yaratılmasında aslî bir unsurdur.”

[ All agreed that the chapter on security and guarantees is of vital importance to the two communities. Progress in this chapter is an essential element in reaching an overall agreement and in building trust between the two communities in relation to their future security.]

İki tarafın konu hakkındaki bilinen birbirine zıt görüşleri ve pozisyonları karşısında bu yazım biçiminin ortaya, olgulara dayanan tarafsız bir ifade koyduğunu söylemek mümkün müdür?

İkincisi, açıklamada yer alan şu ifadedeki konuların zikrediliş sırasına işaret etmek istiyorum:

“Liderler toprak, mülkiyet ve yönetim ve güç paylaşımı ile başlayarak halledilmeden duran bütün diğer konular hakkında iki toplumlu müzakerelere paralel olarak devam etme hususunda mutabık kalmışlardır.”

[ The leaders agreed to continue in parallel the bi-communal negotiations in Geneva on all other outstanding issues, starting with territory, property and governance and power-sharing.]

“Toprak” (territory) konusu gündemde sıra itibariyle bilinen ilk 4 konudan sonra yer aldığı halde, açıklamanın bu paragrafında “toprak” konusunun başta yer verilmiş olmasını rastgele bir sıralama olarak düşünmek mümkün müdür? Diplomaside hazırlanan belgelerdeki sıralamaların anlamı yok mudur?

 

Rum Tarafı İstediklerini Aldığını İddia Ediyor; Türk Tarafı Reddediyor

 

Rumlar açıklamadaki ifadeleri istismar cihetine gitmekte gecikmemişlerdir. New York’ta  “istediklerini elde ettiklerini” söylemişlerdir.  

Türk tarafı Rumların iddialarını ve yorumlarını reddetmiştir. Cenevre Konferansı’nın önkoşulsuz toplanacağını vurgulamıştır. Dışişleri Bakanlığımız açıklama yaprak getirilen yorumların Rum tarafının samimiyetsizliğini ve çözüme yönelik siyasi iradeden ne denli yoksun olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiğini;  Kıbrıs Türk tarafıyla siyasi eşitlik temelinde yeni bir ortaklık tesis etmeyi isteyip istemediği konusunda da soru işaretlerini pekiştirdiğini ifade etmiştir. 

Beşli Cenevre Konferans sürecine 28 Haziran günü İsviçre’nin turistik Crans Montana dağ kasabasında devam edileceği bu dönemde Rum – Yunan tarafının ve onlara bu vakte kadar çeşitli yollardan ve şekillerde destek ve cesaret veren kararlar almış, uygulamalar yapmış olan BM, ABD, İngiltere ve AB’nin ne amaç güttüğü bellidir.

 

BM’nin Güttüğü Amaç

 

Güney Kıbrıs’ta başkanlık seçimlerine 7 ay kalmıştır. Rum siyaseti seçim sathı mailine girmiştir. Seçimde sonucu en ağırlıklı olarak etkileyebilecek konu Rumların “ulusal konu” dedikleri Kıbrıs sorunudur. Hiçbir Rum lider bu vakte kadar seçim dönemlerinde Kıbrıs konusunda çözüme katkıda bulunabilecek bir esneklik gösterememiştir. Bu olgu Anastasiadis için de geçerlidir. Bu durumda BM, ABD, İngiltere ve AB Anastasiadis’in sebep olduğu bir durum sebebiyle sürecin kesilmesini istemedikleri için devreye girerek Cenevre Konferansı’nın yeniden toplanmasını sağlamışlardır.

BM’nin, Konferans’ın kopmadan uzunca bir süre devamı için gayret sarfetmesi beklenir. Eide geçen hafta Yunanistan Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmeden sonra Konferans’ın “haftalar sürebileceğinden” söz etmesi boşuna değildir. Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’de vukubulan Yunan darbesinin ve 20 Temmuz 1974’deki Barış Harekâtımızın yıldönümleri dolayısıyla Konferans’a bir haftalık ara verilmesini düşünüyor olmaları da muhtemeldir.

BM Genel Kurulu’nun yeni dönem çalışmaları 12 Eylül 2017 tarihinde başlayacaktır.

Cenevre Konferansı’nın da her halükârda Eylül’den önce şu veya bu sonuçla sona erdirilmesi veya sürece ara verilmesi tahmin edilir. Ağustos’un Avrupa için tatil ayı olduğu dikkate alınınca da Temmuz sonu Konferans için normal süre olarak görülebilir.

 

Konferans’ta Öncelikli ve Ağırlıklı Konu Güvenlik ve Garantiler

 

Konferans’ın çalışma düzeninin öncelikle “güvenlik ve garantiler” konusunun ele alınmasını sağlayacak biçimde hazırlanmıştır. Bu gündem maddesi altındaki görüşmelere, BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide tarafından hazırlanan ve Kıbrıs Konferans’ının birinci aşamasının ertesinde Kıbrıs’taki iki tarafın ve garantör devletlerin yetkili memurlarının yaptıkları çalışmalarda “güvenlik ve garantiler” konusunda dile getirilen görüşleri derleyen belge rehberlik edecektir. Bu belge Eide tarafından Konferans’a katılan taraflara sunulmuştur.

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı Belge hakkında “beklentilerimizin ötesinde bir belge değil, Rum tarafında gereksiz abartılı anlamlar yüklenmeye çalışılmıştı, biz bunu yapmadık bir beklenti içerisinde de değildik” demiştir.

Belgeye dair özellikle Rum basınında bazı bilgiler ve yorumlar yer almıştır. Rum yönetiminin ve Yunanistan’ın Belge’yi kendileri için tatminkâr bulmadıklarına; itirazlarını ve eleştirilerini içeren mektupları BMGS’ne Konferans’tan önce gönderdiklerine dair haberler dolaşmaktadır. Belgenin tam metni basında yayınlanmamıştır. Belgeyi okumadan bu aşamada muhtevası hakkında bir değerlendirme yapmamın doğru olmayacağını düşünüyorum.

Konferans’tan Ne Sonuç Beklenir? Muhtelif İhtimaller

 

BM, ABD, İngiltere, AB için Konferans’ta alınabilecek en ideal netice,  Türk tarafının, 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının ortadan kaldırılmasını  veya Türkiye’nin garanti ve Ada’da asker bulundurma  hak ve yetkilerinin sulandırılıp zaman içinde yok edilmesini öngören bir Antlaşmayı kabul etmesiyle sorunun kapsamlı çözüme ulaşmasıdır. Böyle bir sonuç Rum – Yunan tarafının da hayalidir.

Türkiye için teslimiyet ifade eden  böyle bir sonucun ortaya çıkmasını mümkün görmediğim için böyle bir ihtimal üzerinde durmak istemiyorum.

 

AB’de Türkiye’yi Tam Üye Olarak Kabul Etme Niyet ve İradesi Yoktur

 

Yine de, ülkemizde, Türkiye’nin AB tam üyeliği sürecinde önündeki engelleri aşmak için Kıbrıs sorununda bugüne kadar göze alamadığı adımları atmasının gerektiğini düşünenler bulunduğunu bilenlerdenim. Bu sebeple,  1998 – 1999 döneminde terörist başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılıp Avrupa’da dolaştığı, Roma’da misafir edildiği, daha sonra Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildiği olaylar zincirinin Almanya’ya yansımalarını; Türkiye’ye 1999’da Helsinki’de  AB katılım adaylığı statüsü verilişine ilişkin gelişmeleri Almanya’da Büyükelçi olarak izlemiş, zamanında değerlendirmiş bir kişi olarak ülkemizin AB tam üyeliği ihtimali konusundaki kanaatimi aşağıda kısaca paylaşmak istiyorum:

Türkiye’ye AB katılım üyeliği adaylık statüsü verildiği 1999 yılında dahi, başta Almanya olmak üzere, AB’nin önde gelen üyelerinde, ileride Türkiye’yi tam üye olarak kabul etme isteği ve iradesi belirgin biçimde ortaya çıkmış değildi. Helmut  Koh’ün yerine Almanya’da Gerhard Schröder başbakan olmuştu. Bu değişiklik Türkiye’de AB adaylığımızın kabulü bakımından ümitleri arttırmıştı. Sosyal Demokrat ve Yeşiller koalisyon hükûmeti kurulmuştu. Başbakan Schröder iki ay sonra AB dönem başkanlığı koltuğuna oturmuştu.  Almanya 1999 Ocak ayında yayınladığı AB Başkanlık öncelikleri raporunda Türkiye’nin AB bakımından konumunu Rusya ve Ukrayna ile beraber aynı paragrafta değerlendirmişti. Bu gelişme Ankara’da hayal kırıklığı yaratmıştı.  Terörist başının Şubat 1999’da yakalanıp Ankara’ya getirilmesi Almanya’daki PKK unsurlarının şiddet hareketlerine yol açmıştı. Bu gelişmelerden sonra Alman hükûmeti Köln’de 1999 Haziran başında toplanacak olan AB Zirvesi’nde Türkiye’nin AB katılım adaylığı statüsünü gündeme getirme kararı almıştı. Bununla beraber, Zirve’de İsveç ve Yunanistan Türkiye’nin adaylığına karşı çıkmış ve sonuç alınamamıştı. Türkiye’nin adaylığı konusu 1999 Aralık AB Zirvesi’ne taşınmıştı. Bu Zirve’de Almanya ağırlığını koyarak Türkiye’ye AB katılım adaylığı statüsü verilmesinde başroldeki aktör olmuştu. Bununla beraber, AB, adaylık statüsü karşılığında Türkiye’ye, o dönemde yeni başlamış olan Kıbrıs müzakerelerinde ortaya çözüm çıkmamış olsa dahi, “Kıbrıs’ın” kendi AB tam üyelik müzakerelerinin tamamlanması halinde AB’ne tam üye olarak katılmasını peşinen kabul ettirmişti.  AB, bundan sonra Türkiye’nin AB üyelik süreci ile Kıbrıs sorununun çözümüne Türkiye’nin yapacağı katkılar arasında bağ kurmaya başlamıştır.

Türkiye’nin Kasım 2002 – Nisan 2004 döneminde Annan Plânı üzerindeki Kıbrıs müzakere sürecinde sorununun çözümü yönünde gözle görülür çok etkin ve etkili rol oynamış olmasına rağmen, bugüne kadar AB kapısı Türkiye’ye aralanmış bile değildir. Türkiye’nin üyelik yoluna döşenmiş olan engeller kaldırılmamıştır.  Ayrıca, özellikle son 10 yıllık dönemde Türkiye – AB ilişkilerinde meydana gelen gelişmelerin genel tablosu ile dünyanın genel olarak içinde bulunduğu şartlar, ortaya çıkan ve Avrupa’ya da sirayet edip etkisini göstermiş olan nefrete, düşmanlığa, ayırımcılığa ve şiddete dayalı cereyanlar, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda AB’nin giderek katılaşmasına sebep olmuştur. AB topu Türkiye’de de artık  eskisi gibi zıplamaz olmuştur. Yakın geçmişe kadar Türkiye’de siyasî iktidarların, önemli iş çevrelerinin, basının belirli bölümünün, liberal entelektüellerin de çeşitli algı operasyonlarıyla inandırılmış  oldukları “Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB sürecinde önünde duran başlıca ve hattâ tek engeldir” iddiası, kullanılabilirliğini kaybetmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki gerçek engeller gözle görülür, elle tutulur hale gelmiştir.

Bu düşüncelerle, önümüzdeki yakın dönemde Türkiye Ada’da etkin ve fiilî garanti hak ve yetkilerinden vazgeçse dahi AB tam üyeliğimizin gerçekleşme ihtimalini, en iyimser ifadeyle,  yüksek görmemekteyim.

 

BM’nin Muhtemel Tutumu

 

Kıbrıs Konferansında, BM’nin taraflardan birinin köşeye sıkıştırılıp masadan kalkmasına sebep olunacak bir durum yaratmaktan kaçınacağını tahmin ederim.

Özellikle sorumluluğun Rum tarafına yükleneceği bir durumda Konferans’ın kesilmesini istemedikleri de bellidir. 

 

Türk Tarafının Süreçten Çekilmesi İstenir Mi?

 

Türk tarafının oynanmakta olan oyunların bilinci içinde,  müzakere sürecinden çekilmesinin de, aslında BM, ABD, İngiltere, AB ve Rum – Yunan Ortaklığı için istenmeyen sonuç olması gerektiği düşüncesindeyim. 

Türk tarafının masadan kalkması hernekadar ilk başta Rum – Yunan tarafını memnun edecekse de, böylece elde etmeyi bekledikleri kozlar uzun süre işlerine yaramayacaktır. Çünkü, yukarıda işaret ettiğim “uzun vadeli mücadele” stratejilerinde oyalayıcı taktiklerle müzakere yöntemini kullanma imkânını kaybetmiş olacakladır.

Aynı şekilde, BM, ABD, İngiltere ve AB de,   Türkiye’nin dünyaya meydan okuyan bir davranışla masadan kalkmayı göze aldığı bir durumda, bundan böyle, Kıbrıs konusunda Türkiye’yi müzakereler yoluyla barışçı çözüme razı edebilecek diplomatik manivelalardan mahrum kalmış olacaklardır. Genel olarak dünyanın, özel olarak bölgemizin içinde bulunduğu karışık ve istikrasız bir dönemde diplomasi dışında zorlayıcı tedbirlerle Türkiye’yi kaybetmeyi – bazı zafiyetlerimize rağmen - kimsenin göze alamayacağını da değerlendiriyorum.

Türk tarafının masadan kalkma gibi kesin bir davranış ortaya koyması karşısında, AB de Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs konusunda bağ kurarak bugüne kadar işi zamana yaymak için sürdürdüğü oyunları oynama imkânını yitirecektir.

Bu mülâhazalarla, BM’nin ve Kıbrıs konusuna aktif ilgi gösteren güçlerin  Kıbrıs  Konferansı’nın ikinci sahsında da anlaşma ortaya çıkmadığı takdirde, tarafları suçlamadan süreci Rum kesimindeki başkanlık seçiminin sonrasına ertelemeyi tercih etmesini beklerim.

 

Çözümün Türk Tarafı İçin Önemli Unsurları

 

Ocak ayındaki Cenevre Kıbrıs Konferans’ından sonraki dönemde Türkiye’de ve KKTC’de devlet adamları Kıbrıs sorununun siyasî çözümü için temel nitelikteki unsurlar hakkında kararlı demeçler vermişlerdir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ABD’de çıkan 19 Mart 2017 tarihli Washington Times gazetesinde “Türkiye’nin Kıbrıs Vizyonu” (Turkey’s vision for Cyprus) başlıklı makalesi yayınlanmıştır.

Çözümün Türk tarafı için önem arzeden ana unsurları olarak şunlar zikredilebilir: 

Federal bir çözüm için vazgeçilmez olan siyasî eşitlik;  başkanlığın iki federe birim tarafından dönüşümlü olarak deruhte edilmesi; başkan ve yardımcısına veto yetkisi verilmesi; BM parametrelerine göre federal çözüm 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üzerine bina edileceği cihetle iki tarafın 1960 Antlaşmaları çerçevesinde devletin ortak kurucuları ( co-founders ) olduklarının teyidi; egemenliğin iki toplumdan kaynaklandığının (sovereignty emanates equally from the Greek Cypriot and Turkish Cypriot communities) açıkça belirtilmesi; mülkiyet konusunun şimdiki mülk sahiplerinin hak ve hukukunun öncelikle gözetilerek halledilmesi; toprak ayarlamalarının iki kesimli siyasî coğrafyaya uygun yapılması; antlaşmanın hükümlerinin AB’nin birinci hukuku haline getirilmesi; çözümün parametrelerinin devamlılığının temin edilmesi; Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerinin devam ettirilmesi; AB üyesi devletlerin Kıbrıs’ta sahip olduğu statünün Türkiye’ye de verilmesi (4 hürriyetler).

Bu unsurların bazıları üzerinde henüz mutabakat hasıl olmamış; bir kısmı da henüz ele alınmamıştır. Bununla beraber, Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerinin aynen devam ettirilmesinin hayatî önem taşıdığını vurgulamaya gerek yoktur.

 

Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi olmazsa olmaz unsurdur

 

Türkiye’nin şimdiki “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerini sulandıran veya ortadan kaldıran bir çözüm şekli, Kıbrıs Türk tarafının istediği diğer bütün unsurları ve hattâ kâğıt üzerinde daha fazlasını ihtiva ediyor olsa bile, KKTC ve Türkiye tarafından reddedilmelidir. Çünkü Türkiye’nin 1960’da Kıbrıs ile ilgili olarak elde etmiş olduğu hak ve yetkileri devam ettirmeyen bir antlaşmanın hükümleri sonunda sıfırla çarpılmaya mahkûm bulunacaktır.

Türkiye bölgesinde etkin ve etkili bir aktör olduğunu gösterme gayretindedir. Katar’la yapılan anlaşma ve TSK’nın belirli unsurlarının orada kurulan üsse intikali bu gayretin bir tezahürüdür.

Katar’da üs kurmakta hem Türkiye’nin hem bölgenin çıkarları açısından fayda gören Türkiye’nin, güney sahillerimizin yakınındaki Kıbrıs’ta 1960’da elde ettiği hak ve yetkileri kaybetmesinin ortaya koyacağı derin ve hazin çelişkiyi kamuoyumuza izah etmesi mümkün olabilir mi?

 

“Sıfır asker, sıfır garanti” sözü sakıncalıdır

 

Akıncı’nın dile getirdiği “sıfır asker, sıfır garanti” klişesi sakıncalıdır. Türk tarafının 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının belirli limitler dahilinde  müzakere ve tadiline razı  olduğu mesajını taşıyan bir sözdür.

 

İngiltere Üslerinden Vazgeçer mi?

 

1960 Kıbrıs Antlaşmalar sisteminin ayrılmaz bir parçası da doğrudan İngiltere’nin Ada’daki iki egemen üssü ile ilgili olan Tesis Antlaşması’dır (Treaty of Establishment). İngiltere bu Antlaşma’nın gündeme gelmesini ister mi? “Bu Antlaşma’yı da gözden geçirelim”  diyen olsa İngiltere’nin tepkisi ne olur?

1878’de İngiltere, Osmanlı Devleti’nin kandırarak, Padişah II. Abdülhamid’e verdikleri yazılı ve sözlü teminatları tutmayarak emrivaki ile Kıbrıs’ı Osmanlı Devleti’nden adeta gasp etmişlerdir. Bunu yaparken Osmanlı Devleti’nin iyi niyetle ve güven duygusuyla kendilerinden talep ettiği yardım ve desteği kurnazlıkla istismar etmişlerdir. Şimdi İngiltere, sanki büyük bir fedakârlık ve anlamlı bir jest yapıyormuş gibi, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı olsun düşüncesiyle Ada’daki üslerdeki egemen topraklarının bir bölümünü çözüm çerçevesinde taraflara vereceğini söylemektedir. Katkı yapmak istiyorsa İngiltere Ada’daki üslerinden çekildiğini açıklayabilir mi?

 

KKTC Müzakere Süreci Prangasından Kurtarılmalıdır

 

Konferans’ta Rum – Yunan ortaklığının bilinen “vermeden alma” taktiklerini devam ettirmesi; BMGS’nin de diğer aktörlerden aldığı destekle güvenlik ve garantiler konusunda Türkiye’yi sıkıştıran senaryolar uygulamaya tevessül etmesi halinde, Türkiye’nin ve KKTC’nin “ille de çözüm” demeden, “üçüncü çevreler ne der?” kaygısına kapılmadan; “reddeden taraf biz olursak Türkiye’nin AB üyelik süreci baltalanır” gibi düşüncelere kapılmadan, gerekiyorsa masadan kalkmasını bilmesini temenni ediyorum. Böylece KKTC’ni “müzakere süreci  prangasından” kurtarmalarının en akılcı ve gerçekçi hareket tarzı olacağını  düşünüyorum.

 

“Son Durak” Sözü Gerçekleşmelidir

 

Bu hareket tarzı KKTC Başbakanı Özgürgün’ün  “Cenevre son olmalıdır” ve Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Cenevre hakkındaki “son durak” sözlerine anlam ve somut bir muhteva kazandırmış ve Türk tarafının beyanlarındaki inandırıcılığı güçlendirmiş olacaktır.

O zaman ortaya çıkan bu yeni durumun, uluslararası toplumu Kıbrıs sorunu  hakkında  gerçekçi bir değerlendirme yapmaya ve Ada’da egemen iki devletin  varlığı olgusundan hareketle bir çözüm sağlanması için  çalışmaya sevkedeceğini düşünüyorum.

27 Haziran 2017

---------------------------------------------------

Sayfamızı Paylaşın:

Etiketler:

Sayfa Yorumları (0 )
  • ...

Yorum Ekleyin