“Pacta sunt servanda” ya da "söze sadık kalma”

 
Yusuf Kanlı
   

      Yusuf Kanlı

“Pacta sunt servanda” Latince bir terim; eski akitlere sadık kalmak anlamında diplomaside çok kullanılır. Önemli ve önemli olduğu kadar da anlamlı bir terimdir. İşinize gelmese de varılan uzlaşıların, verilen sözlerin bağlayıcılığını vurgular. Kişiler, kurumlar ve devletler arası ilişkilerde çok önemli bir kuraldır.

 

Yeni bir ikamet yasası ülkenin gündeminde. Çeşitli yaklaşım içerisinde Kıbrıs Türkü bu konuda. Bazı çevreler Rum propagandasının esiri olmuşlar. Son ekonomik programın imzalanması için Türkiye’nin beş yıl ve daha fazla süreyle adada ikamet edenlerin tümüne vatandaşlık verilmesi ön şartını masaya koyduğu ve bu talebin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hükümeti tarafından kabul ettiği iddialarını dillendirmeye başladılar.

 

Ada toplumlarında “yerlilik” önemli bir sıfat. Kendine ait olanı korumak çok ciddi bir talep. Ancak, bir bölgede ekonomik, siyasi, kültürel veya başka bir nedenle meşru olarak yıllarca yaşayan insanların da yerel yönetimlere katılımları doğal hakları. Ayrıca bu kişilerin usulünce tamamlanan süreçlerle vatandaşlık haklarına sahip olmaları temel insan hakları arasında değil mi?

 

Bazı ülkeler parayla vatandaşlık satar; bazıları kültürel uyum sınavlarıyla aile birleşmesini bile zorlaştırır ancak hiçbir şekilde kapıları da tümüyle kapatamazlar. Mesela, bizim Rum sevicilerin ikna çabalarına rağmen ada dışında ve uluslararası camia açısından da geçerli evlilik durumlarında bile TC kökenli evlilikleri ve bu evliliklerde TC kökenli babadan olma çocuklara Kıbrıs Rum yönetimi herhangi bir hak tanıyor mu? Halbuki yunanca konuşma dışında hiçbir ortak unsura sahip olmadıkları Yunan veya Mısır göçmenlerine, ya da Yunan-Ortodoks kilisesi dışında hiçbir ortak yanları olmayan Rus, Sırp ve sair ülke vatandaşlarına Rumlar çok kolay vatandaşlık vermiyorlar mı?

 

Rumlar sayesinde ekonomik, siyasi, sportif ve kültürel abluka altında ama aynı zamanda ciddi yönetim sorunları nedeniyle çok ciddi bir dış göç sorunu yaşamakta olan Kıbrıs Türk toplumu daha liberal, kucaklayıcı, ve belki daha az korumacı bir vatandaşlık ve ikamet politikasını KKTC de atık düşünmek zorundadır. Elbette ki “Her gelen vatandaş olur” gibi bir durum olamaz. Ancak “yerlilik” adına da nüfusun çok önemli bir avantajımız olabileceğini, 83 milyonluk Türkiye’ye açılmanın her türlü ambargoyu berhava edebileceğini de dikkatten çıkarmamak lazım.

 

KKTC’nin serbest ticaret bölgesi haline dönüşüp, gelir ve KDV harici tüm vergileri kaldırdığını ve bir anlamda TC vatandaşları başta bölgede çok önemli bir alışveriş merkezi haline gelebileceğini düşünün. Kişi başına milli gelirin çok kısa bir sürede şimdiki seviyenin birkaç katına çıkabileceğini düşünebiliyor musunuz?

 

Efendim, 65 yaşından sonra KKTC’de ikamet edecekler asgari ücretin bilmem kaç katı gelire sahip olacaklarmış, falan filan… Böyle ikamet yasası olur mu kardeşim? Yani 1960’lardan kalma o meşhur adalardan ve Batı Trakya’dan gelenler vatandaş alınmasın gizli kararnamesini aşamayan 1980’in Evren paşası bile Türk kökenli olanlar Türkiye topraklarında Türk vatandaşı gibi haklara sahip olurlar mealince bir kararname yayınlamıştı.

 

Ciddi olmak lazım. Tabii ki “yerellik” korunmalı ama “giden de gelen de Türk” de reddedilemeyecek bir gerçek. Üstelik, bu gerçek bize güç veren bir unsur, boş verin Rum sevicileri ve özellikle kendilerini Türk olarak göremeyip ısrarla “Kıbrıstürkü” gibi olmayan “Kıbrıs ulusu” içerisinde bir alt unsur olmayı kabul edebilenleri.

 

Aklınız alıyor mu? “Yerli ve milli, aday” diye bir kavram olabilir mi?

 

Duyar gibiyim cevabınızı. “Yerli ve milli karpuz, domates hatta kabak çekirdeği kalmış mı ki siyasetçinin yerlisi ve millisi aransın?” diyordur bazılarınız. Birçoğunuz ise, “Tabii ki yerli ve milli siyasetçiler aday olmalı; biz bizi biliriz, ötesi yok” falan diyordur.

 

İster yerel, ister milletvekilliği ya da cumhurbaşkanlığı seçimleri için olsun anayasal güvenceye alınmış Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kim aday olabilir, kim olamaz diye. Seçimin özelliğine göre ya KKTC hudutları dahilinde ya da belli bir bölgede yasada belirtilen asgari dönem boyunca fiili olarak ikamet etmek aday olabilmenin ön şartı. Doğru veya yanlış, durum bu. Çok büyük ve oldukça yüksek kalitede bir diasporaya sahip KKTC için ciddi bir yanlış ve “sen, ben, bizim oğlan” mantığıyla siyaseti dar çerçeveye sınırlayan bir uygulama olsa da, mevcut durum bir anlamda da tüm adayların yerliliği ve milliliği garanti etmektedir. Bırakın Anadolu’dan Kıbrıs ile hiçbir bağı olmayıp ama adayı vatan seçmiş kişileri, ada halkının doğal uzantısı olan İngiltere, Avustralya, Kanada, Türkiye ve daha birçok ülkede yaşayan diasporaya da seçme ve seçilme hakkının reddedilmesi çok ciddi ve idamesi mümkün olmayan bir yasaktır. İsrail gibi bir kucaklayıcı devlet olunması, diasporayı reddetmeyen ve ondan yararlanmasını bilen politikalar geliştirilmesi şüphesiz Kıbrıs Türklüğünün yararına olacaktır.

 

Gelelim o meşhur “sağda birlik” meselesine ve güya özveri adı altında aday dayatmasına. Gerçekçi olmak lazım. KKTC’de sağ oylar yüzde 65, sol oylar yüzde 35 civarında mı? Evet. Hatta o oran %70’e %30 da denilebilir. Bu durumda nasıl olur da başkentte sol bir belediye başkanı, cumhurbaşkanlığında bir sol kişi var?

 

Niye? Cevap basit. Sağdaki bölünme ve “o olacağına ben olayım” bağnazlığı bir yanda, parti fetişizmi diğer yanda bu sonucu almak kaçınılmaz oluyor. Yani, bile bile lades.

 

Çok uzun tartışmalar sonrasında ve üstelik güya ulusalcı, milliyetçi ama gerek ulusalcılıkları ve de milliyetçilikleri nalıncı keseri gibi kendilerine özel arkadaşların ayak oyunlarıyla büyük ve yokuş yukarı bir diplomatik uğraşla, esasında son seçimden sonra oluşması gereken ancak başta Hüseyin Özgürgün faktörü çeşitli nedenlerle gerçekleşemeyen Ulusal Birlik Partisi ile Halkın Partisi koalisyonu doğdu.

 

Bu koalisyonun temelinde bir görüş birliği, çok yaşamsal bir uzlaşı vardı. İki liderin bir birlerine verdikleri bir söz. Ersin Tatar başbakan olacak, cumhurbaşkanlığına aday olmayacak; UBP aday çıkarmaz veya çıkarır ama adayı ikinci tura kalamaz ise UBP aktif olarak HP’nin adayını destekleyecekti. Şimdi zaman “pacta sunt servanda” yani “eski akitleri hatırlama” ve gereğini yerine getirme zamanı.

 

Ancak, UBP’de parti fetişizmi tekrar depreşti. HP desteği olmadan seçilmesi mümkün görülmese de birileri mutlaka aday çıkarılması, hatta Tatar’ın aday olması üzerinde duruyor. Tatar bu görevi elbette çok iyi yapar. Ama seçilebilmesi için ikinci turda HP oyuna ihtiyacı var. HP sözünde duramayan Tatar’a bir zamanlar sözünde duramayan İrsen Küçük’e yapılanı yapmaz mı? Düşünmek lazım. Risk büyük.

 

Ama bu oyunu kuranlar içim bir kazan-kazan durumu kesin. Tatar aday olur ve kazanır ise partide ondan kurtulacaklar. Kaybeder ise, zaten siyaseten silinecek. Bu çok kötü bir oyun. Bazı eski kurtların planladığı bu oyuna Tatar gelmeyecektir inancındayım.

 

Diğer senaryo ise daha da gülünç. Demokrat Parti, Yeniden Doğuş Partisi, UBP ve HP bir araya gelip ortak aday çıkaracaklarmış. DP’nin hayata tutunma, YDP’nin meşruiyet değirmenine taşıma su gibi bir durum bu.

YUSUF KANLI

yusufkanli@gmail.com

01.10.2019

Sayfamızı Paylaşın:

Etiketler:

Sayfa Yorumları (0 )
  • ...

Yorum Ekleyin