Çocukluğumdan bu yana, büyüklerimden çoğu zaman duyduğum “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünün ne anlama geldiğini, yirmili yaşların ortasında milletvekili seçilince anlamıştım.
Tüm yaşadığımız politik olaylar hep, tarihin farklı bir şekilde aynı ana tema ile tekrarlanması şeklindeydi. Hala da tarihin tekrarı farklı şekil ve içeriklerde devam ediyor.
19. Yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki isyanlar, bazen Osmanlı Devleti’nin kendi kolluk güçleri ile bazen de bölge Kaim Makam’larından (Kaymakam) yardım alınarak bastırılıyordu. Bu yıllarda, özellikle Hristiyan nüfusun başlattığı isyanlara karşı Osmanlı kolluk güçlerinin önleyici tedbir alması veya da bastırması, Avrupa devletlerinin tepkisini çekiyordu.
O dönem Avrupa’nın güçlü devletleri olan Rusya, İngiltere ve Fransa, 1821 Mora İsyanının Osmanlı İmparatorluğu tarafından bastırılmasından sonra, 1827 yılında kendi aralarında bir toplantı düzenleyerek, Osmanlı İmparatorluğunun idaresi ve yönetimi altındaki Balkan topraklarında yaşayan Hristiyan nüfusa bağımsızlık kazandırılması kararını aldılar. Bu kararlarını uygulamaya koymak için Hristiyanlık dinini de işin içine sokarak zincirleme bir başkaldırı operasyonunu uygulamaya koydular. Hedefleri, öncelikle bölgede yaşayan Helen ırkından olanlara, Yunan Krallığı adı altında otonom bir yapı kurmak ve bölgenin -yok edilerek veya göçe zorlanarak-, Türklerden arındırılmasıydı.
Önce aldıkları bu kararı Osmanlı Devleti’ne ilettiler. Padişah, dönemin Avrupalı güçlü devletlerinin bu kararını reddedince, İngiltere, Fransa ve Rusya deniz filolarını birleştirerek adeta bir Haçlı Donanması oluşturdular ve hiçbir sebep yokken 20 Ekim 1827 tarihinde Navarin’de Osmanlı Devleti’nin donanmasına saldırdılar. Navarin Deniz savaşı Osmanlı Donanmasının yenilgisi ile sonuçlandı. Osmanlı Devleti uluslararası hukuk sayılabilecek meşru zeminli hak arayışında, zararının tazmin edilmesini talep edince de Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açarak yanıt verdi. Osmanlı Devleti bu savaşı da kaybetti. Rusya Erzurum ve Kars’ı işgal edip Trabzon’a doğru ilerlemeye başlayınca, Osmanlı Devleti Prusya İmparatorluğunu aracı koyarak Rusya’dan barış istedi. Kısa süren müzakerelerden sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Edirne Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın içeriğinde Mora yarımadasında bağımsız bir Yunan Krallığının kurulması da yer aldı.
Bugüne gelecek olursak değişen bir şey yok. Yunanistan, annesi AB, üvey babası ABD olan, 5 yaşında şımarık bir çocuk gibi davranıyor. An itibarı ile 2011 yılında ekonomik bataktan kurtulmak için AB’nin 2060 yılına kadar geri ödenmesi koşulu ile verdiği borcu, 2100 yılına kadar bile ödeyemeyecek kadar mali açıdan kötü durumda. Donanmasının ortalama yaşı 22 ve yaşlılıktan savaşamayacak kondisyonda. Hava Kuvvetleri de aynı durumda. Fransa’dan 20 değil, 10 tane bile savaş uçağı alacak parası yok. Tek bir yöntemi var, o da 2011 yılından aynen AB’ye yaptığı gibi, taksitleri ödeme sözü verip tutmamak ve Fransa’yı dolandırarak savaş uçağı sahibi olmak.
Bu nedenle de Türkiye’den Ege ve Akdeniz’de taviz koparmak için Yunanistan ve gayrimeşru kardeşi Kıbrıs Rum Yönetimi, bazen ayrı ayrı, bazen de birlikte her kapıyı çalmaktalar ve iki asır öncesinde yaşandığı gibi arkalarına Haçlı güruhu toplayıp, güçlülermiş, arkalarında birçok ülke varmış gibi hava yaratmaya çalışmaktalar.
Dünyanın üç kutbunu oluşturan ABD, Rusya ve Çin, bölgesel ekonomik ve enerji çıkarlarının Türkiye olmaksızın gerçekleşemeyeceğinin bilincindeler. Bu nedenle uzun vadede Türkiye ile düşmanlığın Yunanistan’a kazanç yerine felaket getireceği kesin.
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç.Dr. (Ulus İliş) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
02.09.2020
...