Uzun yıllarTürk siyasetini yönlendirenler arasında yer alan Süleyman Demirel’in, tarihe mal olmuş ilginç sözleri vardır: “Dün dündü, bugün bugündür,” “Yollar yürümekle aşınmaz” gibi…12 Eylül darbesinin yıllarca süren siyaset yasağının kalmasından sonra, ilk kez kalabalığın karşısına çıktığında da bir kitaplık soru ile başlamıştı konuşmasına: “Nerede kalmıştık?”
Özel/ailevi nedenlerle ara verdiğim yazılarıma yeniden başlarken nedense aynı soruyu sormak geldi içimden!
Oğlum Orkun’un uzun süren hastalığı ile aynı döneme rastgeldiğinden, değerli dostum Erten Kasımoğlu ile,rahatsızlığından sonra birkaç telefon görüşmesi dışındaki ilk yüzyüze görüşmemizi birkaç gün önce Vatan’daki ofisinde yaptık. Geçmişten günümüze, günümüzden geleceğe; kişisel sorunlarımızdan toplumsal sorunlara, iç siyasetten dünya siyasetine uzanan içten bir söyleşimiz oldu.
Bir ara niye yeniden Vatan’da yazmadığımı sordu. Yoğun biçimde anılarımı kaleme almakta olduğumdan, zaman ayıramadığımı söyledim. Haftada bir yazmamı önerdi, “hayır” diyemedim. Artık her Salı günü bu sütunda olacak ve siyasetten sanata, sanattan çevreye, çevreden edebiyata daldan dala atlayarak görüşlerimi sizinle paylaşacağım.
Kıbrıs Sorununda Başlayan “Pembe”
Ya Da “Pembe Gözlüklü”Süreç
Sayın Akıncı’nın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Kıbrıs konusu yeniden gündemin ilk sıralarına oturdu. Annan Planı öncesindeki gibi değil ama “pembelik” ve olaylara “pembe gözlük”le bakma süreci yeniden başladı.
Siyasette uzun yıllar Kıbrıs’a federal çözüm için uğraş verdiğim; son yıllarda ise bu konuda ümitsizliğe düştüğüm, hatta konunun “ütopyalaştığını” yazıp söylediğim biliniyor. Bu düşüncemi,2011’de çıkan “Kuzey Kıbrıs Seyahatnamesi” ile bu yıl içinde yayımlanan “Kıbrıs Türk Halkı’nın Siyaset Kurumu Üzerine Deneme” adlı kitabımda açıkça dile getirdim.
2014 yılı sonları itibarıyla kaleme aldığım son kitabımda şöyle demişim:“Elbette ki Kıbrıs’ta kalıcı bir federal düzen kurulması, tüm tarafların çıkarınadır. Ayrıca olası bir federal çözümün birçok avantajı olacağı, hemen değilse bile, ekonomiye ivme kazandırabileceği de düşünülebilir.
“Buna karşın gidişattan umutlu değilim. Uzun yıllar federal çözüm politikasına inanmış bir kişiyim. Aktif politika yaptığım parti de öyleydi. Süreç, bende -özellikle vurguluyorum- masada iki tarafın istenciyle, ‘eşitlikçi bir federal yapı’ kurulması konusunda uzlaşmanın ütopyaya dönüştüğü kanısını güçlendirdi. Bunu, gocunmadan geçmişte de yazdım ve televizyon ekranları dahil çok yerde dile getirdim. Yeni süreçte de bu durumun değişeceğini sanmıyorum. Ayrıca Ada’da bizim düşündüğümüz eşitlikçi bir federal yönetimi Rumlar’ın kabul etme olasılığını da görmüyorum. Rumlar’ın öngördüğü biçimde bir federal yönetim ise, benim anlayışıma göre kabul edilmezdir ve masada bunu kabul edecek bir Kıbrıslı Türk lider olacağını, olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.”
Hayvanseverlerden özür dileyerek, sırf bir halk inancı olduğu için söylüyorum:Halk kültüründe baykuş, haber kuşu daha da doğru bir anlatımla “felâket tellalı” diye bilinir. Hiç kuşkum yok, başlayan yeni pembe süreçte çözümün ütopyalaştığından söz etmek, felaket tellallığı sayılabilir. Düşünce ve görüşlerime başkaları tarafından yakıştırmalarda bulunulması çok da umurumda değil, ama “baykuşluk” rolü oynama gibi bir niyetim olmadığından, “iki tarafın istenciyle ‘eşitlikçi bir federal yapı’ kurulması konusunda uzlaşmanın ütopyaya dönüştüğü” yönündeki kanımı, ben de “gözlerime pembe gözlük takarak”makul bir süre askıya alıyorum. Nasıl olsa pembe sürecin gidişatı, çok uzun olmayan bir zamanda belli olur.
Bu bağlamda, olası federal çözümde, iki tarafın uzlaştığı (bizde tüm siyasi figürlerin, medyanın, sivil toplumun onay verdiği) “11 Şubat Eroğlu – Anastiadis Ortak Açıklaması”nı, “tek egemenlik” gibi saçma ve dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan uyduruk bir kavram içerdiği halde(görüşümü saklı tutarak destekleyecek; içi doldurulmak koşuluyla iki kesimliliği (iki kurucu devleti), iki toplumluluğu, siyasal eşitliği (bu bağlamda dönüşümlü başkanlığı) ve Türkiye’nin etkin garantisini sonuna kadar savunacağım.
Gerçekten Çözüm Olsa Bile..
“……benim ütopya dediğim gerçeğe dönüşebilir. Öyle bile olsa birçok veri, olası bir çözümden sonra da Rum Halkı’nda, Kıbrıs Türk Halkı’nı her yönden (statü, kimlik, ekonomi, kültür ve saire) eritme ve erozyona uğratma amacından sapmayacak güçlü dinamiklerin varlığını göstermektedir. Potansiyel olarak bu amaç doğrultusunda çalışacak Ortodoks Kilisesi gibi bir kurum ve eski EOKA’cılar gibi grupların varlığı ortadadır. Böyle bir durumun, Kıbrıs Türk Halkı’nın yaşamsal güvenlik ve siyasi çıkarları ile sosyo-ekonomik ve kültürel bünyesine yok edici etkiler yapacağı açıktır. Bunları, sırf bu kaygı ya da kuşku dolayısıyla federal çözümden kaçınılsın anlamında bir mazeret olarak değil gerçekler olarak, özellikle vurguluyorum.”
Öyle demişim, “Kıbrıs Türk Halkı’nın Siyaset Kurumu Üzerine Deneme”adlı, 2014 yılı sonları itibarıyla kaleme aldığım son kitabımda!
Bu düşüncemi/korkumu/kaygımı askıya alarakbu konuda gözüme pembe gözlük takmam söz konusu değil! Buna karşın Sayın Akıncı’dan çok kez dinlediğim ve ‘eşitlikçi bir federal yapı’yıçok iyi anlatan “onların nesi varsa bizim de olacak” söylemi ve tabii ki “içi doldurulmuş iki kesimlilik (iki kurucu devlet), iki toplumluluk, siyasal eşitlik ve Türkiye’nin etkin garantisi,” göreceli de olsa beni rahatlatır. Bunlarsız bir eşitlikçi federal çözümü hayal bile edemem.
Bilinçli bir algı yönetimiyle Rum/Yunan tarafının, yersiz, gereksiz ve zamansız biçimde gündeme getirdiği garantiler konusuna daha da değinmek gereğini duyuyorum. “Lololo”lara bakmadan, Türkiye’nin etkin garantisinden ödün verilmesine kesinlikle karşıyım; çünkü biz (gelecek için duyduğum korku/kaygı bir yana, geçmişte bu adadan yok edilmek istendik ve eğer toplumsal varlığımız bu Ada’da sürüyorsa, bunun yalnızca iki nedeni vardır: 1) Kıbrıs Türkü’nün, çok kötü koşullara karşın onbir yıl direnmesi ve 2) Türkiye’nin 1960 sisteminin ona verdiği garantörlük hakkını kullanarak yaptığı müdahale.
Biz Kıbrıs Türk Halkı bakımından kötü, hem de çok kötü yönetimimiz ve dibe vurmuş siyaset kurumumuz; ne de Ankara’nın yanlış politika, uygulama ve söylemleri, garantörlükten vazgeçmemiziçin gerekçe olamaz.
20-25 Yılda Bir Açan Çöl Çiçeği
Büyük Sahra’da 20-25 yılda bir açan bir çöl çiçeği varmış. Bu çiçeğin tohumu, yeniden yağış düşecek 20 – 25 yıl sonrasına kadar, gecenin ayazı ile gündüzün cehennemi sıcağındaki çöl kumunda canlılığını korur; 20 – 25 yıl sonra, yağış düşer düşmez canlanmaya başlayarak birkaç saat içinde tomurcuk atar, sonraki birkaç saat içinde çiçek açarmış. Birkaç gün canlı kalan bu çöl çiçeği çok, ama çok güzelmiş.
Benzetmepek de hoş olmayacak ama ne yazık ki “ırkçılık,” “şiddet” ve “fanatizm” de, yaşam koşulları ile ortamı bakımından o güzel çöl çiçeği gibidir. İşin içine insan etkeni girince, bu eğilimler yıllarcabelleklerde, bilinçaltında saklı, sinili ve uyur durumunda kalsa bile, uygun koşullarla ortamı bulur bulmaz boy gösterir.İşin kötüsü,ırkçılığın/şiddetin/fanatizmin salgın olma niteliğidir. Kolayca salgına dönüşüp zıvanadan çıkabilir.
Bunlar, maalesefinsanlık halleri; insan yapısından kaynaklanan güdüler, eğilimlerdir. Dünyanın en barışçıl ülkelerinde bile zaman zaman ortaya çıkmaktadır. Olası Federal Kıbrıs’ın AB üyesi olacağı vurgulanarak “AB’de bu eğilimler olmaz” denir. Öyle olmadığını, zaman zaman AB’de de bu yönde olayları yaşandığını biliyoruz.Dünyanın en uygar, en gelişmiş ülkelerinden biri sayılan ve kişi başına düşen gelir bakımından önde gelen bir ülke olan Norveç’te, yakın bir geçmişte yaşanan şiddet olayı kimin aklına gelirdi? Üstelik çağımızda iletişim ve teknoloji o denli gelişip yaygınlaştı ki bu işler için çok sayıda insana ya da kitlelere gerek yoktur. Norveç katliamını tek bir kişinin yaptığını unutmayalım.
Diyeceğim şu ki insan olduğu sürece, yeryüzünde maalesef ırkçılık/şiddet/fanatizm de olacaktır. Nasıl ki demokrasinin en büyük hastalığı popülizmi tamamıyla ortadan kaldıramazsınız, insandaki bu eğilimleri de tümüyle yok edemezsiniz.
Rum Halkı’nda, Kıbrıs Türk Halkı’nı her yönden (statü, kimlik, ekonomi, kültür ve saire) eritme ve erozyona uğratma amacından sapmayacak güçlü dinamikler; potansiyel olarak bu dinamikler doğrultusunda çalışacak Ortodoks Kilisesi ve eski EOKA’cılar gibi ırkçı, şiddet yanlısı ve fanatik unsurlar varken; Kıbrıs Türkleri’nin Türk garantisinden vazgeçmeleri intihar anlamı taşır.
Hem, Rum-Yunan tarafının bizi bu Ada’dan yeniden sökme girişimi olmayacaksa ve daha da önemlisi, içlerindeki potansiyel ırkçı/şiddet yanlısı ve fanatik unsurları ve eğilimlerini minimize edip caydırıcı düzeneklerle gemleyebileceklerine inanıyorlarsa Türk garantisinden niye korksunlar? Bugün yakındıkları Türk müdahalesi, Kıbrıs Türkleri’ninonbir yıl gettolarda direnmesinden ve onların yaşadığı kanlı darbeden sonra olmuştu; öyle sudan nedenlerle değil! Hem Makarios’un da müdahale et çağrısı vardı Türkiye’ye!
Gerçekten de Kıbrıslı Türkler için Türk garantisinden vazgeçmenin, intiharla eşdeğerde olduğunu düşünüyorum. Ne AB, ne ABD, ne İngiltere, ne de BM güvencesine güvenmemek için sayısız nedenlerimiz ve gerekçelerimiz vardır.
Sözün kısası, benim için pembe gözlük de taksam, Türk garantisi olmayan bir federal çözümü düşünemem. Üstelik de gereken, Annan Planı’nın en kötü yanı olan, her üç yılda bir gözden geçirilecek, yani üç yılda bir gerilimi yükseltecek bir garanti sistemi değil; ancak birkaç kuşak sonra yeniden ele alınabilecek bir garanti sistemidir.
Son Olarak
Bu pembe süreçte anlamakta zorluk çektiğim hususlar da var. Sayın Akıncı çözümün aylar içinde çözülebileceğinden söz ediyor ama yoğun GAÖ’ler de sözkonusu! Hele Anastiadisin’in Rum Ulusal Konseyi’nde açıkladığı uzun GAÖ’ler listesine baktığımızda şaşkına döndük!
Eğer çözüm aylar içinde mümkün görünüyorsa o zaman bu kadar GAÖ’ye ne gereksinim var? Bunlar zaten olası çözüm içinde yer almayacak mu? Bunlar için enerji harcamaktansa, çözüme odaklanmak daha doğru olmaz mı? Hele açılması yıllar isteyen Maraş için şimdi enerji tüketmek mantıklı mıdır?
Diğer yandan Sayın Akıncı ile uzun süren bir siyasal birlikteliğimiz olduğunu herkes biliyor. Bundan dolayıdır ki özel görüşmelerimde ya da sosyal medyada pek çok kimseden, “şunu Akıncı’ya söyle,” “Akıncı’ya söyle,şunu şöyle yapsın” ya da “şu işim var, Akıncı’ya söyle de halletsin” kabilinden sözlerle sık sık karşılaşır oldum.
Bunların hiçbirinin, her anlamda sözkonusu bile olmadığını bu vesileyle açıkça belirtmem gerekir.
İsmail Bozkurt
09.06.2015
09.06.2015
...